21 Aralık 2008 Pazar

Hırsızın Hiç Mi Suçu Yok


Bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış.
Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.
Birisi:
-Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki?
Bir başkası:
-Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor? diye konuşmuş.
Bir diğeri de :
-Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok.Nerden baksan dökülüyor.
Hoca kızmış:
-Yahu demiş, iyi güzel de kabahatin hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu yok?
* * *
Evet kapılarımda kilitler yok benim!

Evet haberim olmuyor giren hırlı mı, hırsız mı, hırslı mı, arlı mı, arsız mı?

Aksini ispatlayana kadar herkes değerli, canımı yakana kadar kapıdan her giren misafirim.

Evet bazen “başımın üstünde yerin var” dediklerim başımı ona basamak olarak ikram ettiğimi, basıp yükselebileceğini sanıyor!
Basıyor… Geçiyor…

Evet bazen çok canım yanıyor!
Defolsun gitsin istiyorum, buraya kadar, yeter artık diyorum. Açmam bir daha kapımı sana diyorum…

Lakin her yara bir zaman sonra kapanıyor, kimi iyileşiyor izi kalmıyor kimi kabuk tutuyor… Sonuçta acımaz oluyor işte…

Sonra bir gülen bakış, bir tatlı söz durultuyor yine beni, gel hadi diyorum, unuttum ben olanları, hayat işte kim hata yapmaz ki? Hatta bana kızanlara savunuyorum onları, şartlar diyorum, böyle olmazdı yoksa…

Başlıyor aynı hikaye sil baştan…

Buyur başımın üstünde yerin var!

Canımın en acıdığı anda çok yakınımda olanlara sızlanıyorum elbet, söyleniyor, atıyor tutuyorum… Ne ben inanıyorum atıp tutarken ne başımı omzuna yasladıklarım… Ama olsun açılıyorum:) O kadar da olmasın mı canım :)

Bu günlerde yine,

Ben sana demiştim!

Belliydi zaten çok yüz vermiştin!

İyi oluyor sana ben seni uyarmamış mıydım?

Ahh o ne içten pazarlıklı, ne sinsi biri, nasıl anlamadın hayret!

Eee kendi düşen ağlamaz!

…diyenlere sevgilerimle :)

12 Ekim 2008 Pazar

Huzurun Resmi

Bugünlerde varım ama yokum, dinliyorum ama anlamıyorum, düşünüyorum ama bir yere varamıyorum, bakıyorum ama göremiyorum… Uyuyorum ama dinlenmiyorum, uyanıyorum ama ayılamıyorum…

Uzun zamandır olmam gereken her yerde hem var hem de yok olmuşken, yazmam gereken köşem niye boş kalsın?...

Birkaç satır ve bir “huzur” resmiyle ses vereyim dedim, güllük gülistanlık, şöyle denizli, bulutlu, ağaçlı, kuşlu, kelebekli, böcekli bir huzur resmi ararken unuttuğum bir hikaye çıktı karşıma…

Günlerden bir gün halkı tarafından çok sevilen bir kral huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatkar katılır. Günlerce çalışır, birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler.
Tablolara bakan kral sadece iki resimden hoşlanır. Resimlerden birinde sükunetli bir göl vardır. Göl, bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resme kim baksa, onun mükemmel bir resim olduğunu söylemekten kendini alamaz.
Diğer resimde de dağlar vardır ama engebeli, çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli gökyüzünden yağmur boşanmakta, şimşekler çakmaktadır. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldamaktadır. Kısaca resim hiç de huzurlu görünmemektedir.
Fakat, kral resme bakınca şelalenin ardında, kayalıktaki çatlaktan çıkan minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde, anne bir kuşun örttüğü küçük bir kuş yuvası gözükmektedir. Kulakları sağır eden bir gürültüyle akan suyun orta yerinde, anne kuş yuvasını kurmakla meşguldür.
Ödülü ikinci resim kazanır. Kralın açıklaması şöyledir: “Huzur, hiçbir gürültü veya sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile, kalbimizin sükun bulmasıdır”.


28 Eylül 2008 Pazar

Bu Bayram

İftarı, sahuru, pideyi, güllacı gönderip, sevgili Ramazan’ı uğurlamaya, tatlı bayramı karşılamaya çok az kaldı.

Ramazan boyunca gazete sütunlarında, haber bültenleri dahil pek çok televizyon ve radyo programında orucu bozanları, bozmayanları, iftarda yenecekleri, sahurda yenmeyecekleri ezber ettik. Ramazan bitti gitti ama malzeme tükenmedi şükür, önümüzdeki birkaç gün de bayram perhizi var.

Misal, bayramda azar azar yemek, mideleri yormamak gerekmiş!

Misafirlikte ikram edilen her tatlıyı tüketmemek, hamur tatlıları yerine daha sağlıklı olan sütlü tatlıları ve meyveleri tercih etmek daha doğruymuş, olacak iş mi, mis gibi ev baklavaları dururken elma yemek olur mu? :)

Baklavasız, böreksiz, dolmasız, sarmasız, çikolatasız, şekersiz, çaysız, kahvesiz bayrama bayram denir mi? :)
Eş, dost, konu-komşu, akrabayı gezmeden, el öpmeden, hediyeleşmeden, cepleri harçlık ve şekerle doldurmadan da olmaz bayram dediğin. Evimizden şekeri, çikolatayı, cebimizden bozuk parayı eksik etmeyelim bu bayram.

Tekerleme gibi bir mesajı rehberimizdeki herkese topluca göndermek yerine kontörlere kıyıp uzaktakilere sesimizi duyuralım mutlaka, ille de yazacaksak yazdıklarımız okuyana özel olsun.

En yakınımızdakilerle hediyeleşelim. Sürprizleşelim bu bayram:)

Aramızda olmayan, sonsuzluğa kavuşan sevdiklerimizin eline dualarımızla dokunalım.


Hayırlı, huzurlu, bereketli, neşeli, muhabbetli, çoluk-çocuklu, bol harçlıklı, baldan tatlı bir bayram diler, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öperim:)

Hoşçakal sevgili Ramazan, on bir ay sonra kavuşmak dileğiyle…

21 Ağustos 2008 Perşembe

Bir Varmış Bir Yokmuş

Gittim,
Gezdim,
Gördüm,
Geldim.

Çok konuştum,
Çok dinledim,
Çok okudum.
Görmediğim yerler gördüm,
Bilmediğim insanlar tanıdım,
Hikayeler dinledim…

Dinlendim.

Anılar edindim,
Üzerine hayaller serpiştirdim,
Sözcükler biriktirdim,
Cümleler dizdim.

Yazmayı özledim…

Sayfalar dolusu yazmak, “an”ı satırlara bağlamak istedim.

Ama yazamadım, hep erteledim…

Eteğimde biriken taşları saklayabilirim sandım,
Birikenler dökülüp saçıldı, dağıldı...
Çoğunu yitirdim…
Aradım bulamadım,
Yerine yenilerini toplayamadım…


Gittim,
Gezdim,
Gördüm,
Geldim.

Dağınık bıraktıklarımı olduğu gibi,
Derli toplu olanları karmakarışık buldum…

Bir ona koştum bir buna,
Yoruldum.

Tatil tatil dediğim, bütün bir yıl beklediğim,
Yaşandı, bitti…
Çoook uzak diyarlarda, dağlar ardında kaldı.

23 Haziran 2008 Pazartesi

Huzurlu Tatil Çizelgesi

Son bir iki yıldır tatiller benim için bilgisayar ve cep telefonundan kaçış günleri haline geldi.

Beynimi, boynumu, sırtımı, parmaklarımı, gözlerimi, kulaklarımı dinlendirmek, elektrik akımlarından mümkün olduğunca uzak kalmak için maksimum çaba harcıyorum.

Bütün bir yıl boyunca rutinleşen işlerden sıyrılıp fırsat bulamadıklarıma el atmak istiyorum…

Önem sırasında gerilere düştüğü için okuyamadığım kitapları okumak. Her ay önce posta kutusunda, sonra kütüphane çekmecelerinde bekleşen dergilerimi didik didik etmek…

Yıl boyunca yazamadığım günlüğümü geriye dönük doldurmak. Ve bir şekilde geçen günlerin muhasebesini çıkarmak…

Aynı güneşi, aynı ayı, aynı yıldızları farklı bir yerden izlemek.

Daha önce gezip görmediğim bir yerde cennet memleketimin kokusunu içime çekip, bu topraklar üzerinde dünyaya geldiğim için bir kez daha şükretmek.


Tatile yan gelip yatmak için değil, tebdil-i mekan için, ufkumu açmak için, rutinleri kırıp yeniliklerle tanışmak için çıkıyorum ben.

Çocuklarımın da tatili yan gelip yatma, hiçbir iş yapmama, hiçbir işe yaramama, yatıp kalkıp, yiyip içip zaman tüketme eylemi olarak algılamalarını istemiyorum.

“Bir işten yorulduğunda başka bir işe koyul” diyor Kur’an. (İnşirah:7)

Boş durarak sadece uyuşuyor insan, dinlenmek farklı bir şey. Çocuklarıma bolca boş zaman sunarak dinlendiremem biliyorum. Aksine yorarım, bunaltırım. Doyumsuzlaştırır, huysuzlaştırırım.

Bu tatil de yapacak çok işimiz var bizim ailece, sağlıkla dönüp yazmak kısmet olur inşaallah.

Tatil için ayrıntılı planlar oluşturdum, planlarımı listeler, çizelgeler halinde kağıtlara döktüm:) Bu kağıtlarda yanımıza alınması gereken eşyadan tutun, olumlu-olumsuz davranışların karşılığında başa geleceklere kadar pek çok konu var:)


Ben listeler yapmayı çok seviyorum. Alt alta maddeler yazmaya, maddelerin başına renkli kalemlerle değişik manalara gelen yıldızlar, artılar, eksiler koymaya, ayrıntılı çizelgeler oluşturmaya bayılıyorum.

Tatile çıkarken yanınıza almanız gerekenleri herhangi bir arama motoru yardımıyla fazlasıyla bulabilir, kendinize uygun seçeneklerden kendi listenizi oluşturabilirsiniz.

Bir hizmet de benden size, hiçbir arama motoru çıkarmaz karşınıza bu “huzurlu tatil” çizelgesini, kıymetimi bilin:) Birinci tabloda isminin yanına çizik alanların cezalarını, ikinci tabloda isminin yanına yıldız alanların ödüllerini kendi şartlarınıza göre uyarlayabilirsiniz:)

Hepinize huzurlu tatiller dilerim...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Kısacası Teşekkür Ederim Ben Sana :)

Teşekkür ederim;
Beni bulduğun,
Yoluma çıktığın,
Yoldaşım olduğun için…

Teşekkür ederim;
Beni satır satır okuduğun,
Öğrendiğin,
Anladığın için…

Teşekkür ederim;
Ellerimi tuttuğun,
Gözlerime baktığın,
Sözlerime kulak verdiğin için…

Teşekkür ederim;
Güler yüzün,
Yufka yüreğin,
Sonsuz sabrın için…

Çok Teşekkür Ederim;
Sekiz yıl önceki bugün, buruk bir anı olarak içimde durmadan sızlanırken,
Geçen yıllar boyunca verdiğin huzur, mutluluk ve güvenle sızımı dindirdiğin için…

Teşekkür ederim;
“Benimle evlen” dediğin gün verdiğin sözleri unutmadığın,
Arkandan geldiğime pişman etmediğin,
Yüzümü yere düşürmediğin için…

Velhasıl;
Teşekkür ederim ben sana;
Güzel çocuklarımız,
Huzurlu yuvamız,
Gerçek bir aile oluşumuz için…




Özel Teşekkür !
Haftanın beş günü sevmediğin sebzeleri yediğin,
Yedikten sonra da beğendiğini söylediğin için teşekkür ederim:)


18…28…38…48…58……e

Hep birlikte…
Sevgiyle…
Sağlıkla…
Mutlulukla…

6 Haziran 2008 Cuma

Hafıza Kaybı

Unutmaktan bahsediyorum bu ara durmadan. Neleri unuttuğumdan…

Anahtarlarımı dışarı çıkarken evde, eve girerken kapının dışında unutuyorum …

Kahvaltıyı hazırlıyorum, çayı demlemeyi unutuyorum…

Yemeğin altını, buz dolabının kapısını açık unutuyorum …

Kek hamuruna kabartma tozu koymayı her seferinde unutuyorum…

Çamaşır makinasına çamaşırları atıp yıkamayı başlatma düğmesine basmayı unutuyorum …

İlaçlarımı içmeyi unutuyorum …

Bir şey lazım mı diye arayan beye evde bir dilim ekmek kalmadığını söylemeyi unutuyorum …

Bazı eski tanıdıkların isimlerini unutuyorum… Yolda karşılaşıp, kucaklaştığımız oluyor, ayaküstü sohbet edip telefon numarasını telefonuma kaydedene kadar düşünüyorum, taşınıyorum sonunda isim kısmına “?” yazarak kaydediyorum. Rehberimde “?” diye kayıtlı kişilerin sayısı arttıkça artıyor.

Yeni taşınan komşuya ilk ziyaretimde ismini sormayı unutuyorum, sonra da sormaya utanıyorum :)

Ya da komşuların içinde bolca bulunan Nazmiye, Bedriye, Fikriye, Hayriye, Nuriye’lerden hangisi hangisidir hep unutuyorum :)

En sevdiğim filmi/diziyi/programı izlerken reklam arasında kanal değiştirip izlediğim kanalı tekrar açmayı unutuyorum… Bu şekilde yarısından sonrasını izleyemediğim program az değil…

Tarihi yazarken hangi yılda olduğumuzu unutuyorum…

Unutmayayım diye notlar aldığım kağıtları okumayı unutuyorum…

Bütün bu saydıklarıma unutkanlık mı demeli, dalgınlık mı emin değilim. Adı her neyse, peşinizden koşturan “üstün sorumluluk sahibi bir şahsiyet” yoksa (ki Allah’a şükür bende var bir tane) yandınız demektir :)
Neden unutuyorum diye düşünüyorum bu kadar çok şeyi unutunca. Sebep mi denir yoksa bahane mi bilmem ama birkaç şey var hafızamı(zı) dumura uğratan.

En birinci sebep yapışık yaşadığımız “cep telefonu, bilgisayar, televizyon” üçlüsü.

İkincisi; çoluk çocuk, ev işleri, iş işleri, iç işleri, dış işleri derken yirmi dört saate sığdırılması olanaksız onlarca işi annelerin gücü adına bitirme telaşı…

Bence bir başka sebep de; bilgisayar, televizyon, kitap, dergi, gazete, yetkili şahıslar, bilir kişiler ve çok bilmiş kişiler tarafından sürekli bilgi yükleniyor olmak…

Beynin bir görevinin de unutmak olduğunu söylüyor bilim adamları. Unutmak sayesinde yeni bilgiler öğrenebiliyormuşuz. Beyin, şaşmaz bir yöntemle gereksiz bilgileri eliyormuş.

Eliyor da elediği gerekli mi gereksiz mi kime soruyor da eliyor :)

Unutabilmeye can attığım onca şey arasında neden kek hamuruna kabartma tozu koymam gerektiğini, hafızamdan silmek için dünyaları vereceğim onca kişi varken neden eski bir arkadaşımın ismini eliyor benim bu beynim??? :)

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Havamız Olsun !

Çok küçüğüm daha… Dört ya da beş yaşlarında…

Her bayram, her tatil kabus! Otobüse binilecek, İzmit’e anneannelere gidilecek… Anneannenin yanında olmak iyi, hoş da yolculuk ne olacak?

O zamanın havalandırma dahil hiç bir konforu olmayan şehirlerarası otobüsünde iki buçuk saat kadar ağlayarak, öğürerek, kusarak, kolonyalı mendil koklayarak yolculuk yapılacak.

Her yola çıkışta inşallah yakınımda biri sigara içmiyordur diye dualar edilecek…

Önünde, ardında, sağında, solunda sigaranın birini yakıp diğerini söndüren adamlara (!) bir şey demeye gör. “Beğenmiyorsan taksiye binersin kardeşim” küstahlığıyla başlayan tartışmaların bini bir para…

Yıllarca devam eden bu eziyet bilinçaltımda nasıl bir hasar bıraktıysa şuan “uçak gibi” dediğimiz, pırıl pırıl otobüslerde bile midem bulanır benim, sigara kokusu duyarım sanki, içim kalkar, canım sıkılır…

O yıllarda o kadar nefret ettim ki bu kokudan en yakın arkadaşlarım tiryaki olmuşken ben hiç denemedim. Merak etmedim.

Sigara içen bir adamla asla evlenmem dedim daha evlenmeye çok varken… Çok şükür yine sigarayı hiç denememiş akıllı bir adamla evlendim:)

Bizim evimizde hiç sigara içilmemişti, ben de evlendim evimde içirmedim. En yakın arkadaşlarıma bile ya balkonu ya sokak kapısını gösterdim.

Şimdi en çok sevinenlerden biri benim “Sigara Yasağı”nın genişletilmesine.

İnanılır gibi değil ama kişisel özgürlüklerinin kısıtlandığından bahsedenler var:)

Siz benim en birinci özgürlüğüm olan, “yaşama”, “nefes alma” hakkıma tecavüz etmişken hangi özgürlükten bahsediyorsunuz!

Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu verilerine göre, Türkiye'de her gün ortalama 15 milyon paket sigara tüketiliyor. Son 10 yılda ülkemizde tüketilen sigara miktarı 1 trilyon 95 milyar 700 milyon adede ulaştı. Ülkemizde insanlar sigaraya günde 45 milyon 205 bin YTL ödüyor. Sigara için kişi başına yapılan ortalama harcama ise 233,8 YTL.

Türkiye'de 17 milyon sigara tiryakisi bulunuyor. Tütüne harcanan para ise yılda 15 milyar dolar. Maddi kayıpların yanında yılda 100 binin üzerinde insan sigaraya bağlı hastalıklar yüzünden erkenden hayatını kaybediyor. Duman yüzünden kolu ve bacağını kaybedenler kervanına her gün yenileri ekleniyor. 4 binin üzerinde zehir taşıyan sigara 10 ayrı organda kanser yapıyor. Sigara bu haliyle Çernobil nükleer santralinden daha fazla hastalık saçıyor.

Dehşete düşüyorum bütün bu veriler karşısında!

Bu yasağın en sıkı takipçilerinden biri olacağım. Tahmin ediyorum ki çok kişinin canını yakacağım:)

Kırk yılda bir dünya kadar para döküp ailemle nezih bir yerde, keyifli bir yemekte, birden başımda dönen sigara dumanıyla tadım tuzum kaçarken, kendim bir yana küçücük çocuklarımın yediğine içtiğine nikotin karışmışken, işletme sahipleri üç kuruş için sigara içene değil de bana idare etmemi salık verirdi. Ama sonunda gün oldu devran döndü:)

Çok değil daha geçen hafta Bursa’nın en ünlü, en şık pastanelerinden birinde eşimle baş başa pazar kahvaltısı yaparken, mis gibi çayımın kokusuna pis sigara dumanı karıştıranlar, onlara göz yumanlar, ricamızı kulak ardı eden yetkililer yaktım sizi:))))

İnsanlar nasıl şehirler arası otobüslerde sigara içmemeye alıştıysa, şimdi genişletilen yasak alanlarda içmemeyi de öğrenecekler.

Yıllarca okul koridorlarında elinde sigarayla dolaşan öğretmenler, sadece kendilerine ayrılan odada içebilmeyi nasıl kabullendiyse şimdi bahçe de dahil okul sınırları içinde sigara içmemeye alışacaklar.

Bir umut ışığı doğdu şimdi bana ve benim gibi sağlığının derdinde olanlara. Sağlıklı bir nesil yetiştirebilmek için büyük bir şansa dönüştürülebilir bu yasak diye düşünüyorum.

Gözümüzden sakındığımız çocuklarımız sağlık solusun istiyorsak, nefes almak istiyorsak, herkesten önce biz anneler takipçisi olmalıyız bu yasağın!

Ey aktif içiciler gözüm üzerinizde, takipteyim haberiniz olsun:)

11 Mayıs 2008 Pazar

Ah Anneciğim...

Anneciğim sen benim için her şeyi yaptın.


Gelecekte ben de sana her şeyi yapmak istiyorum.


Sen bana ne istersem aldın.


Ben de gelecekte sana ne istersen alacağım.


Sen beni doğurdun.


Sen beni büyüttün.


Sen olmasaydım ben bu dünyaya gelemezdim.

Geçen yıl ilk “gerçek” anneler günü hediyemi almıştım, bu yıl da ilk anneler günü mektubum geldi büyük kuzumdan:)

Böyle bir mektup karşısında her anne ne yaparsa ben de onu yaptım... Okudum ağladım… Ağladım okudum… Sonra gözlerimi sildim… Yine ağladım:)

“Acıklı bir şey yazmamıştım ki ben!” diyerek elimden alıp bir kere de kendi okudu kuzum Türkçe dersinde yazıp, öğretmeninden aferin aldığı mektubunu. Anlam veremedi gözümün yaşına…

Dünyalar kıymetlisi bu mektubu okurken neler neler geçti aklımdan… Hangi birine ağlıyorum ben de karıştırdım…

Küçükken annelerimize verdiğimiz sözler geldi.

Biz büyüdükçe hafızamızdaki yeri küçülen sözler…

Hiç unutmuyorum orta okul birinci sınıftaydım, bir tatlının ismi konusunda arkadaşlarımla fikir ayrılığına düştük ve sonunda iddiaya girdik. Peki kime soracağız dedi biri, ben de “anneme soralım!” dedim. Hepsi birden güldüler, alay ettiler. Halbuki benim için hala en bilgili, en yetkili kişi oydu…

Bilgilerimizi çoğalttıkça annelerimize soracaklarımız eksildi…

Etrafımızdakiler arttıkça biz annemizin etrafından eksildik…

Gün oluyor devran dönüyor…

Ana kuzuları kendi kuzularını alınca kucağına bir parça anlamaya başlıyor “anne olunca anlarsınlar”ı…

Ah anneciğim, ikimiz de hem evladız hem anne. Anlarız artık dilimizi, biliriz birbirimizi… Acıyan yerlerimizi ve onların merhemini…

Anne yanımız evladımızın sağ ve sağlıklı oluşu, evlat yanımızsa annemizin arkamızda duruşuyla mutlu…

Ard arada yürüyoruz şimdi, evladımız önümüzde, annemiz ardımızda…

Evladın peşi sıra koşsak da durmaksızın, arada başımızı çevirip bakıyoruz, güvendiğimiz dağ hep yerinde kalsın istiyoruz…

Sen hala benim ardımdayken ve ben hala sana yaslanmaktayken, seni ne çok sevdiğimi söyleyebilmek ne şans!

Ah anneciğim bilsen ben seni nasıl seviyorum… 50. yazımı sana armağan ediyorum:)

4 Mayıs 2008 Pazar

Benim Hala Umudum Var

Evet itiraf ediyorum yazacak bir konu bulamadım.

Aklımda olanları konulara ayıramadım…

Ayırdıklarımı derleyip toparlayamadım…

Şarkılar dinledim, kitaplar karıştırdım, fotoğraflara baktım…

Gecenin ilk vakitleri oturduğum masamda sabahın kapısına dayandım fakat diyecek söz bulamadım.

Yazamayışımın nedenini de aradım, işin içinden çıkamadım. Demişler ya sebebi yok bahanesi çok, işte tam da öyle…

Size Müşo’mu anlatayım en iyisi:) Kendisi anneannemin bana geçen yıl hediye ettiği bir saksı çiçeği olur.

Evde saksı çiçeklerinden, özellikle sadece yeşil yaprak verenlerinden çok hazzetmeyen ben, anneannemin hediyesidir diye pek bir sahiplenmiştim bu Müşo’yu. Özel bir ilgi ve bakımla benden beklenmeyecek kadar güzel büyüttüm çiçeğimi.

Gel gelelim geçtiğimiz ocak ayında evimdeki tadilat sonrasında bir de baktım ki, zavallımın tüm yaprakları donup çürümüş:( Geride ne bir dal ne bir sağlam yaprak kalmış.

Çaresiz çürüyen dalları dibinden kestim içim acıya acıya. Toprağını açtım baktım kök de yok, sadece bir iki santim kadar kuru bir dal… Kıyamadım, o dalı çıkarmadım toprağın içinden, ne attım ne üzerine başka bir çiçek diktim. Üstelik diğer çiçeklerimi sularken bu boş saksıyı susuz bırakmadım.

İyi ki ümidi kesmemişim!

Geçen sabah yine su vermek için başına gittiğimde bakın ne gördüm:)

Boş bir saksıyı aylarca suladıktan sonra bir sabah beni karşılayan bu küçük yapraklar içimdeki ümit tomurcuklarını da patlattı birer birer…

Ümidi kestiğim arkadaşlarım, işlerim, planlarım… Hepsi yeşerdi, canlandı… Daha fazla suyla; daha fazla emekle, daha fazla sevgiyle daha fazla ümitle besleme isteği doldurdu içimi…


Dinle(n)me listemde yoktu çok sevdiğim o Mahzar Alanson şarkısı, aradım buldum, ekledim, dinledim, dinlendim…

Benim hala umudum var

İsyan etsem de istediğim kadar

İnat etsem bile

Bırakmazlar sahibim var...

Benim hala umudum var

Seviyorlar bazen soruyorlar

Hayran hayran seyret

İster katıl, ister vazgeç...

Güzel günler, bizi bekler

Eyvallah dersin olur biter

Güzel günler, bizi bekler

Eyvallah dersin geçer gider...

22 Nisan 2008 Salı

Dur Yolcu !

Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir!…

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,

Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda

İstiklal uğrunda, namus yolunda,

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir!

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,

Mübarek kanını kattığı yerdir!...

Düşün ki haşrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda bütün milletin,

Hürriyet zevkini tattığı yerdir!...


Necmettin Halil Onan


Önceki yazımda Çanakkale gezimizin tatsız bir bölümünü anlatmış keyifli ayrıntıları bu haftaya saklamıştım.

Geçtiğimiz hafta sonu eşimin okulunun düzenlediği geziye iki kuzumuzla birlikte katıldık.

Önce korktum doğrusu beş altı saatlik yola biri yedi yaşında diğeri bezden yeni kurtulmuş, iki buçuk yaşında, iki çocukla çıkmaya. Yolun uzunluğu bir tarafa, gezi günübirlik olduğu için program çok yoğundu ve tüm gün yürünmesi gerekecekti.

Diğer yandan iki kuzumun da bitip tükenmeyen Çanakkale merakı, ilgili tüm film, çizgi film ve dizileri yalayıp yutmuş olmaları…
Büyük kuzumun iki yıldır hava durumunu izlerken Bursa’dan önce Çanakkale’ye bakıp askerler ne yapıyor acaba diye dertlenmesi, küçük kuzumun evdeki beş litrelik su şişelerini Seyit Onbaşı gibi sırtlanma çalışmaları…
Bugün üniversite mezunu pek çok kişinin bilemeyeceği Çanakkale Savaşı ayrıntıları, savaşa giren devletlerden tutun da düşman zırhlılarının isimlerine kadar bilgi sahibi olmaları, zaferin önemli kahramanları ve onlarla ilgili hatıralar gibi pek çok konuda söyleyecek sözleri olması…

Vel hasıl o kadar hevesli ve o kadar donanımlıydılar ki her şeyi göze alıp çıktık yola. Yorulduğumuz yerde oturur bekleriz demiştim ama şükür ki korktuğumuz başımıza gelmedi, hiçbir yerden kusur kalmadık:) Çok sakin ve keyifli bir yolculuk, çok faydalı bir tecrübe oldu hepimiz için.


Birlikte yola çıktığımız lise öğrencilerinden çok daha bilgili, saygılı ve duyarlıydı benim küçük kuzularım bu topraklara, tarihine, şehitlerine, atalarına karşı…

Bir yandan bilgi, duygu, saygı yoksunu yeni nesil için içim yanarken diğer yandan kendi evlatlarımın milli manevi değerler konusundaki olgunluğuyla gurur duydum.

Ümitsizlik arkamda, ümit ışığı önümde yol aldım bu her karışında mücadele, her karışında iman, her karışında özgürlük, her karışında vatan kokan topraklarda.

Şu topraklardan hala kemikler, dişler çıkıyor, burası başlı başına bir şehitlik diye işaret edilen yerlerde “anneciiimm kemik miii? diye şımarıklığın ve duyarsızlığın zirvelerini zorlayan hanım kızımıza (!) üzüntüm, aynı sözleri büyük bir ciddiyetle dinlemekte olan yedi yaşındaki oğlumun verdiği iç huzuruna karıştı içimde…

15 Nisan 2008 Salı

Yavuz'un Devesi

YUSUF’UN DEVESİ*
Yusuf, Diyarbakır'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası o mahallenin ağası olarak bilinir, herkesin yardımına koşmak için elinden geleni yapardı.
Yusuf'un anlattığına göre kendisi henüz beş yaşındayken evlerinin civarına bir derviş gelmiş ve bir duvar dibinde mekân tutmuştu. Yusuf'un babası:
-"0'na bakmak bize düşer, diyordu. Ama incinmemesi için, ihtiyaç duyduğu şeyleri sakın hizmetkârlarla göndermeyin."
Derviş babaya yemek götürmek, artık Yusuf'un işiydi. Küçük çocuk, ilk önceleri tereddüt ettiği bu işten daha sonraları büyük bir lezzet almaya başlamış ve yaşlı adamla derin bir gönül bağı kurmuştu. 0'nunla yaptığı sohbetler, çocuk yaştaki Yusuf'un kalbinde bahar çiçekleri açtırıyordu.
Derviş baba bir gün:
-Yusuf, dedi. "Sana bir deve yapayım, ister misin?"
Bir çocuğun böyle bir teklife "hayır" demesi mümkün değildi. Yaşlı adam bunu bildiği için isteklerini şöyle sıraladı:
-Evden sana verilen fındık, üzüm ve leblebi gibi çerezlerden küçük bir kısmını bana getireceksin. Ve bunu da kimseye söylemeyeceksin. Fakat bana getireceğin şeyler, sadece sana verilenlerden olmalı. Sağdan soldan bulup aldıklarınla deve yapılmaz. Yusuf bu işin gizli olmasından da hoşlanmıştı.
Her getirdiği çerezden sonra:
-Devem yapılıyor mu? diye soruyor ve Derviş Baba'dan;
-Elbette, cevabını alıyordu. Getirdiğin her bir çerez, devenin bir başka yanını oluşturuyor. Günler birbirini kovaladı ve Yusuf'un sabrı tükenmek üzereyken, beklediği müjde geldi: -Deve tamamlandı Yusuf, sadece gözleri kaldı. Eğer iki badem getirirsen, bu iş biter.
Yusuf, sabaha kadar sevinçten uyuyamadı ve bir kenara depoladığı leblebileri bademlerle değiş-tokuş ederek Derviş Baba'ya koştu. Ancak yaşlı adam, derme çatma kulübesinde o akşam vefat etmişti.
Cenaze işlerini yine Yusuf'un babası üstlenmiş. 0'nu küçük çocuğun gözyaşları arasında yakın bir mezarlığa defnetmişler.
Aradan 12 yıl daha geçmiş ve Yusuf delikanlı olmuş. Ne yazık ki şizofreni adı verilen hastalığa da bu yaşlarda yakalanmış. Yıl, 1910-15 civarı olduğundan, hastalık çok kısa sürede öldürücü bir hâle dönüşüyormuş. Yusuf'un babası zengin olduğu için, yavrusunu ilk önce İstanbul'a, daha sonra da Paris'e götürmüş. Ama verilen cevap her yerde aynı olmuş:
-"Bu hastalığın tedavisi henüz mümkün değil. Maddi imkânlarınız iyi olduğuna göre, Yusuf'u İstanbul'daki akıl hastanesine yatırabilir ve 0'na bir bakıcı tutabilirsiniz. "
Yusuf'un babası denilenleri aynen yapmış ve bir bakıcıya 2 altın maaş bağlayıp oğlunu, sık sık ziyaretine gitmiş. Ancak 6 ay sonra Yusuf iyice ağırlaşmış ve kendisi diğer hastalardan tecrit edilip ölüme terk edilirken, babasına da "Oğlunuzun kurtulma ümidi kalmadı" diye telgraf çekilmiş.
Yusuf, bundan sonrasını şöyle anlatıyordu:
-Kırk derecenin üzerinde bir ateşle kıvranırken, kendimi korkunç bir çölde görüyordum. Güneş her zerremi ayrı ayrı kavuruyor ve yangın yerini andıran kızgın kumların üzerinde sürünürken, bir damla suyun hasretiyle kıvranıyordum. Öleceğimi anlayıp son bir defa daha ufuklara baktığımda, gördüklerime inanamadım. Çocukluğumun Derviş Babası yularını tuttuğu bir deve ile birlikte bana doğru geliyordu. İyice yaklaştığında:
-Yusuf'um, evlâdım, dedi. "Deven hazır binebilirsin."
Yattığım yerden güçlükle doğrulup onun yardımıyla deveme bindiğimde, susuzluğum ve hastalığım bir anda geçmişti. 0 anda gözümü açmış ve:
-Ben neredeyim? diye sormuşum.
Etrafımdaki bakıcı ve doktorlar, iyileştiğime asla inanamıyordu. Çünkü şizofreni ile zatürreeden kurtulmuş, dünyaya sanki yeniden gelmiştim. Yusuf, başından geçen bu hâdiseyi anlatırken bir çocuk gibi ağlıyor ve:
-"Derviş Baba, kalp gözüyle başıma gelecekleri hissetmiş ve bunun için de "Sadaka Ömrü Uzatır" hadisinden yardım istemiş olmalı. diyordu. Bu yüzden sadece bana âit olan çerezleri isteyerek bana sadaka ibadeti yaptırdı. Ve ömrümün ziyadeleşmesine sebep oldu."
* Onk.Dr. Haluk Nurbaki'nin hatıralarından. (1924-1997)


Bu hikayeyi okuyalı yıllar oluyor, bir ilk okuduğumda gözümden yaşlar gelmişti bir de hafta sonu yaşadığım korkulu olayı bu hikayeyle ilişkilendirdiğimde…

Hafta sonu eşimin okulunun düzenlediği Çanakkale gezisine katıldık çoluk çocuk, maaile…

Cuma gece yarısı yola çıktık, günün ilk ışıklarıyla birlikte Eceabat’a vardık. Gezinin ayrıntılarını daha sonra anlatacağım.

Öğleye doğru artık iyice yorulmuş, yolun kenarına oturmuştuk kuzucuklarımla… Yeşilliklerin üzerinde, serin bir ağacın gölgesinde, yolun karşısında duran otobüsümüzün kalkmasını bekliyorduk.


Beklediğimiz işaret geldi, gidiyorduk.

Bir anda oldu!

Bir baktım küçük kuzum yola fırlamış, tişörtünün yakasından yakalayıverdim ama kurtuldu elimden, bir daha uzandığımda kocaman bir otobüsle aramızda yarım metre var mıydı bilmem…

Son bir hamleyle küçük kuzumu kucaklayıp kendimi kenara attığım sırada otobüs geçti kaçtığımız yerden:( Saniye değil, belki saliseden kısaydı düşünmesi bile korkunç olan o kazayı atlatışımız.

Kuzum her şeyden habersiz yolculuğa devam etti, bense elim ayağım titreyerek, “ya yakalayamasaydım”lar beynimde uçuşarak bitirdim geziyi.

Biraz sakinleştiğimde zihnimde flaşlar patlamaya başladı. Bir önceki gün, Cuma yani, her Cuma sabahı olduğu gibi, kuzucuklarım babalarının elini öpüp Cuma harçlıklarını aldılar. Normalde koşarak kumbaraya atan küçük kuzum o gün öğlene kadar elinde gezdirdi harçlığını.

Öğle uykusuna yatarken yine kumbarasına atmak istemeyince, (elimize geçen bozuk paraları biriktirip her ay sonunda bir ihtiyaç sahibine verdiğimiz) sadaka kutumuza atmasını söyledim, koşarak gitti, parasını sadaka kutusuna attı.

Kuzum minik elleriyle kendi sadakasını verdi!

Yusuf’un devesi oldu Yavuz’un devesi…

Rabbim o sadakanın hatrına kuzumu bize bağışladı!

Şükürler olsun!

Rabbim hiç birimize evlat acısı tattırmasın!

Sevgiler…

NOT:
KUTLU DOĞUM HAFTASI’ndayız.
Karanlığın en karasında Nur olarak doğup, yüzyıllardır yolumuzu aydınlatan, tüm sözleri, tüm yaşantısı; hayatı kullanma kılavuzumuz olan Sevgili Peygamberimize sonsuz selamlar olsun…

14 Nisan 2008 Pazartesi

Çikolata



Geçen yıl bu zamanlar okumuştum sırf adı “Çikolata” olduğu için aldığım kitabı। Hatta bunu kitapçıya söylediğimde bana kitapla birlikte çikolatalı gofret vermişti:)


Küçük bir Fransız kasabasına yerleşip, küçük kızıyla yeni bir hayat kurmaya çalışan sıra dışı bir kadının hikayesiydi Joanne Harris’in “Çikolata”sı.

Kasabaya açtığı çikolata dükkanı, inatçı komşularıyla birlikte okuyucuyu da büyülüyordu.
Olaylar dumanı üzerinde sıcak kakao, bademli ezmeler, fondonlar, mokalar, espressolar, kremalı kahve bisküvileri ve daha bir dolu büyülü lezzet eşliğinde akıp giderken ben de eriyordum sayfalar arasında:)
Bir yandan da resmini çiziyordum hayalimde o küçük çikolata dükkanının; raflardaki kavanozları, renkli kutuları, parlak kurdeleleri, göz alıcı vitrini, kırmızı kepenkleri, penceredeki sardunyaları ile…

Ve…
Dün akşam kendimi, hayalimde çizdiğim bu resmin içinde buluverdim:)
Bursalı Anneler’den bir grupla katıldığımız çikolata etkinliğinde, Pasto’da, elimin altında çikolatalar, fındık, fıstık, bademler, çeşit çeşit ezmeler, reçeller, şekerlemeler, dondurmalar…
Çikolatayı tadıyla, kokusuyla, sıcaklığıyla yaşadım…
Elimde, çikolatalarımı doldurduğum kutular,
İçimde bayılana kadar yediğim çikolatanın hafifliğiyle döndüm evime.

Küçük bir mola oldu…
Acıların arasında tat oldu…

Merdiven çıkarken durup soluklanmak gibi…
İki ders arasında çalan zil gibi…
Kapı önü sohbeti gibi…
Akşamüzeri bir kenara kıvrılıp on dakika kestirmek gibi…
Temmuz sıcağında yürürken bir ağaç gölgesinden geçmek gibi…

Hayatın kargaşasında kucağa alınan bebek gibi…
Hayatımın en yorucu zamanında kucağıma aldığım ilk bebeğim gibi…

Vel hasıl pek iyi geldi bana…

Yazmak, irdelemek, deşmek, sorgulamak demek ya her yaşadığını; acıyı, tatlıyı…
Tatlı yemekten içim fena olmuş, yine Pasto’dan aldığım mis gibi köy ekmeğinin arasına peyniri koyup yiyorken düşündüm de…

Dünya tatlısı da olsa tek başına gitmiyor.
Her şey zıddıyla var edilmiş, zıddıyla biliniyor kıymeti de derdi de…
Tek renk, tek çeşit, tek tat diye tutturanlara inat; acıyı, tatlıyı, ekşiyi, tuzluyu birlikte istiyor bünye:)
Birini ne kadar dayatırsan diğerine ihtiyaç o kadar artıyor.

Çikolata zihnimi açtığında düşündüm ben bunları, anlamayanlar için reçetem;
Üç saat aralıksız çikolata-tatlı yedikten sonra bir daha okuna yazım! :)

Sevgiler…
09.04.2008

NOT:
7 yıl önce bugün kucağıma aldığım sabah yıldızım...
Hayatımın en yorucu zamanında kucağıma alıp dinlendiğim bebeğim…
Seni bize nasib edene sonsuz şükürler !
Rabbim acını !
Bahtın açık olsun kuzucuğum…

4 Nisan 2008 Cuma

İşte Şimdi Bahar !



Acele etmiyorum bahar geldi diye coşmak için ben :)
Nisan ayıyla birlikte başlıyor benim baharım.
Mart dengemi bozuyor çünkü.
Kış mı bahar mı belli değil, ruh hali tutarsız.
Gün hala erken bitmektedir.
Sabah mutlu uyanırsın, öğleden sonra bir kasvet basar.

Kışın ardından Mart’ı da yolladım mı tamamdır!
Baharım geldi çok şükür :)
Nisan benim için güneşli açık günler, balkonda içilen ilk çay demek.
Kahvaltı sofrasında domates, simit demek…
Öğleden sonraları evimi kucaklayan gün ışığı demek.
Bütün işler bittikten sonra günü tüketmemiş olmak, keyifli bir fincan kahve, yanında da bazen komşu, bazen arkadaş, bazen bir film demek.

Nisan benim için balkonlardan uçuşan renk nevresimler, çarşaflar demek.
Başımı pencereden uzattığımda gördüğüm sarılı beyazlı papatyalar, her köşe başından kafasını uzatan yavru kediler demek…

Gökten inen yağmurun yerden havalanan çiçek kokularıyla buluşması demek Nisan…

Ama en çok…
Canım annemin ve güzel oğlumun dünyaya gelişleri demek:)
Benim anneliği ve annemi okumaya başlamam demek…

Nisanın ikinci günü anneciğim, dokuzuncu günü de büyük kuzucuğum yeni yaşlarına merhaba diyorlar.
Dilerim merhaba dedikleri yaş onlara hayır, huzur, bereket, sağlık, mutluluk getirir… Bir de, yüz güldüren, gönül şenlendiren sürprizler :) (?)

Annem; canım, her şeyim, beni herkeslerden çok seven, biriciğim…
Oğlum; ilk göz ağrım, kuzucuğum, herkeslerden çok sevdiğim…

Baharla geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz, sefalar getirdiniz:)

Maskeli Balo


İnsanların içinde,
Hep mutlu görünmek istiyor insan.
Hep güçlü… Ayakta…
Hep sakin… Güler yüzlü…
Hep cesur…
Ağladığını gizliyor…
Sinirlendiğini…
En sevdikleri tarafından incitildiğini…
Gözyaşlarını silip yüzünü serinletiyor…

Sinirlendiğinde tırnaklarını avuçlarına, dişlerini birbirine geçiriyor, bağırıp çağıramıyor. Gülümseyerek “rica ederim, önemli değil, peki”lere devam ediyor.

Çocuğu şehrin en kalabalık alışveriş merkezinin en merkezi noktasında ter ter tepinirken omuzlarından tutup silkeleyemiyor da örtüp sesinin yüksek tonlarını “hadi annecim”lerle yürek tüketiyor…

Evde ölümüne inatlaştığı kocasının elini sokakta sımsıkı tutuyor kadın. En gülen fotoğrafları salonun en görünen yerinde çerçeveliyor.

Baş başayken söylense değeri dünyaları devirecek “hayatım, bitanem, güzelim”leri eşi dostu görünce lütfediyor adam…

Ve daha neler…

Kapalı kapılar ardında, bilinmeyen, duyulmayan, görülmeyen dertlerin varlığıyla avutuyor insan kendini.

Bildiğiyle avunuyor, yine de kendini gizliyor. Yazık size bakın bana! Der gibi dolaşıyor:) Kendi mutluluğuna diğerlerinin acısının çokluğunca değer biçiyor.

Evinin pis, dağınık halini kimse görsün istemez ya insan. Zil çalıverdi mi hiç olmadık bir zamanda, çarçabuk toparlayıverir ya üstünü başını ve de ortalığı… Öyle apar topar gizleyiveriyor insan en insani duygularını insandan…

Toparlanamayacak kadar kötüyse pusup kalıyor, açmıyor belki kapıyı!

Halbuki evleri temizlersin kirlenir, toplarsın dağılır! Bir kere de değil, sürer gider böyle.

Kapılarınız kapalıysa sıkı sıkı, kimseler görmez kirinizi pisinizi dert etmeyin!

Açık kapılardan dost da giriyor düşman da… İnsan giriyor kapıdan! Her halinizi herkes görüyor. Daha zayıf, daha aciz, daha yalın, daha insan kalıyor insan.

İnsan insandan insanlığını, yani aciz acizden acizliğini gizleyemez ki!

İnsan insanın aynasıyken, ben senden, sende olanı nasıl gizlerim? Ya da sen benden, bende olanı nereye saklarsın?!

Öyleyse neden bu maskeli balo?

Yaktım gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri


15 Mart 2008 Cumartesi

KAHVE RENGİ


Öncelikle ve sevinçle ve heyecanla http://www.bursalianneler.com/ un ilk yaş dönümünü, yeni yaşımızı kutluyorum:)

Yeni yaşımızda yepyeni yüzümüzle çıkıyoruz görücüye:) Başarmanın gururuna, yeninin heyecanını katarak devam ediyoruz yolumuza...
İlk adımları attığımız andan itibaren emeği geçen, ilgisiyle beğenisiyle güç veren herkese sonsuz teşekkürler ediyorum kendi adıma...

Yeni yüzümüzün rengarenkliği içinde "Kahve Rengi" kusur kalmasın diye ben de "Köşe Başı"mı ardımda bırakıp kadim dostum kahvemle, yaşantıma kattığı renkle, tatla, kokuyla, keyifle... İçinde barındırdığı paradoksla, cevapsız sorularla, içinden çıkılmazlıklarla devam ediyorum içe dönük yolculuğumu paylaşmaya...

Kahve Renginin ne renk olduğu, ya da kahvenin ne renk olduğuyla ilgili sayısız tartışma bulabilirsiniz internette... Başlı başına çok da sevimli görünmeyen, hakkında iyi laflar edilmeyen bu renk belki de kahve için var sadece!

Kim bilir? :)

Tıpkı tek başıma bir hiç iken durduğum yerle, yanında durduğum, elini tuttuğum kişilerle, yaptığım işlerle bir ifade bulmam gibi...

Kıymetlimin cancağızı, kuzucuklarımın anneciği, annemin-babamın kızcağızı, kardeşlerimin ablacığı, dostlarımın dostu, bu satırların yazanı, olduğum için varlığım anlamlı. Kahvenin Rengi gibi yani...

Bu haftaki yazıma, yani bir yılı devirdikten sonraki ilk yazıma başlamadan önce bundan bir yıl önce Bursalı Anneler web sitesi için yazdığım ilk yazıyı okuma, "Köşe Başı"ma uğrama ihtiyacı hissettim:)

"Daha dün çocuktum, ne zaman anne oldum…
Herkes bu kadar şaşırıyor mu bilmiyorum yaşadığı hayatın akıp gidişine… Sanki ben duruyorum da başkaları büyüyor.
Ben dünkü çocuğum, bana anne diyor iki küçük kuzucuk!…
Bilmiyorum rüya mı, gerçek mi? Kendime döne döne anlarım belki büyüdüğümü…
Birlikte çocuk büyütmek için geldiğim köşede büyürüm belki ben de:)"

...demişim... demiştim... hala diyorum... büyümeyi, büyürken büyüklenmemeyi diliyorum...

Anladıklarım ya da anlatabildiklerim boş biliyorum; sesimi duyanların aklı kadar, anladığı kadar, -belki de hepsinden öte- niyeti kadar varım... Yani herkes kadar:)

Bu yüzden "ben derdimi de üzüntümü de yalnız Allah'a sunarım!" (Yusuf Suresi/86)

Kalanları da burada yazarım:)

Kahve tadında, kahve keyfinde, kahve kokulu... Hatır kıranlara inat, kızdıklarıma susarak, hatır-gönül kırmayan kelimeler dökmek dileğiyle...

Sevgiler...