15 Nisan 2008 Salı

Yavuz'un Devesi

YUSUF’UN DEVESİ*
Yusuf, Diyarbakır'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası o mahallenin ağası olarak bilinir, herkesin yardımına koşmak için elinden geleni yapardı.
Yusuf'un anlattığına göre kendisi henüz beş yaşındayken evlerinin civarına bir derviş gelmiş ve bir duvar dibinde mekân tutmuştu. Yusuf'un babası:
-"0'na bakmak bize düşer, diyordu. Ama incinmemesi için, ihtiyaç duyduğu şeyleri sakın hizmetkârlarla göndermeyin."
Derviş babaya yemek götürmek, artık Yusuf'un işiydi. Küçük çocuk, ilk önceleri tereddüt ettiği bu işten daha sonraları büyük bir lezzet almaya başlamış ve yaşlı adamla derin bir gönül bağı kurmuştu. 0'nunla yaptığı sohbetler, çocuk yaştaki Yusuf'un kalbinde bahar çiçekleri açtırıyordu.
Derviş baba bir gün:
-Yusuf, dedi. "Sana bir deve yapayım, ister misin?"
Bir çocuğun böyle bir teklife "hayır" demesi mümkün değildi. Yaşlı adam bunu bildiği için isteklerini şöyle sıraladı:
-Evden sana verilen fındık, üzüm ve leblebi gibi çerezlerden küçük bir kısmını bana getireceksin. Ve bunu da kimseye söylemeyeceksin. Fakat bana getireceğin şeyler, sadece sana verilenlerden olmalı. Sağdan soldan bulup aldıklarınla deve yapılmaz. Yusuf bu işin gizli olmasından da hoşlanmıştı.
Her getirdiği çerezden sonra:
-Devem yapılıyor mu? diye soruyor ve Derviş Baba'dan;
-Elbette, cevabını alıyordu. Getirdiğin her bir çerez, devenin bir başka yanını oluşturuyor. Günler birbirini kovaladı ve Yusuf'un sabrı tükenmek üzereyken, beklediği müjde geldi: -Deve tamamlandı Yusuf, sadece gözleri kaldı. Eğer iki badem getirirsen, bu iş biter.
Yusuf, sabaha kadar sevinçten uyuyamadı ve bir kenara depoladığı leblebileri bademlerle değiş-tokuş ederek Derviş Baba'ya koştu. Ancak yaşlı adam, derme çatma kulübesinde o akşam vefat etmişti.
Cenaze işlerini yine Yusuf'un babası üstlenmiş. 0'nu küçük çocuğun gözyaşları arasında yakın bir mezarlığa defnetmişler.
Aradan 12 yıl daha geçmiş ve Yusuf delikanlı olmuş. Ne yazık ki şizofreni adı verilen hastalığa da bu yaşlarda yakalanmış. Yıl, 1910-15 civarı olduğundan, hastalık çok kısa sürede öldürücü bir hâle dönüşüyormuş. Yusuf'un babası zengin olduğu için, yavrusunu ilk önce İstanbul'a, daha sonra da Paris'e götürmüş. Ama verilen cevap her yerde aynı olmuş:
-"Bu hastalığın tedavisi henüz mümkün değil. Maddi imkânlarınız iyi olduğuna göre, Yusuf'u İstanbul'daki akıl hastanesine yatırabilir ve 0'na bir bakıcı tutabilirsiniz. "
Yusuf'un babası denilenleri aynen yapmış ve bir bakıcıya 2 altın maaş bağlayıp oğlunu, sık sık ziyaretine gitmiş. Ancak 6 ay sonra Yusuf iyice ağırlaşmış ve kendisi diğer hastalardan tecrit edilip ölüme terk edilirken, babasına da "Oğlunuzun kurtulma ümidi kalmadı" diye telgraf çekilmiş.
Yusuf, bundan sonrasını şöyle anlatıyordu:
-Kırk derecenin üzerinde bir ateşle kıvranırken, kendimi korkunç bir çölde görüyordum. Güneş her zerremi ayrı ayrı kavuruyor ve yangın yerini andıran kızgın kumların üzerinde sürünürken, bir damla suyun hasretiyle kıvranıyordum. Öleceğimi anlayıp son bir defa daha ufuklara baktığımda, gördüklerime inanamadım. Çocukluğumun Derviş Babası yularını tuttuğu bir deve ile birlikte bana doğru geliyordu. İyice yaklaştığında:
-Yusuf'um, evlâdım, dedi. "Deven hazır binebilirsin."
Yattığım yerden güçlükle doğrulup onun yardımıyla deveme bindiğimde, susuzluğum ve hastalığım bir anda geçmişti. 0 anda gözümü açmış ve:
-Ben neredeyim? diye sormuşum.
Etrafımdaki bakıcı ve doktorlar, iyileştiğime asla inanamıyordu. Çünkü şizofreni ile zatürreeden kurtulmuş, dünyaya sanki yeniden gelmiştim. Yusuf, başından geçen bu hâdiseyi anlatırken bir çocuk gibi ağlıyor ve:
-"Derviş Baba, kalp gözüyle başıma gelecekleri hissetmiş ve bunun için de "Sadaka Ömrü Uzatır" hadisinden yardım istemiş olmalı. diyordu. Bu yüzden sadece bana âit olan çerezleri isteyerek bana sadaka ibadeti yaptırdı. Ve ömrümün ziyadeleşmesine sebep oldu."
* Onk.Dr. Haluk Nurbaki'nin hatıralarından. (1924-1997)


Bu hikayeyi okuyalı yıllar oluyor, bir ilk okuduğumda gözümden yaşlar gelmişti bir de hafta sonu yaşadığım korkulu olayı bu hikayeyle ilişkilendirdiğimde…

Hafta sonu eşimin okulunun düzenlediği Çanakkale gezisine katıldık çoluk çocuk, maaile…

Cuma gece yarısı yola çıktık, günün ilk ışıklarıyla birlikte Eceabat’a vardık. Gezinin ayrıntılarını daha sonra anlatacağım.

Öğleye doğru artık iyice yorulmuş, yolun kenarına oturmuştuk kuzucuklarımla… Yeşilliklerin üzerinde, serin bir ağacın gölgesinde, yolun karşısında duran otobüsümüzün kalkmasını bekliyorduk.


Beklediğimiz işaret geldi, gidiyorduk.

Bir anda oldu!

Bir baktım küçük kuzum yola fırlamış, tişörtünün yakasından yakalayıverdim ama kurtuldu elimden, bir daha uzandığımda kocaman bir otobüsle aramızda yarım metre var mıydı bilmem…

Son bir hamleyle küçük kuzumu kucaklayıp kendimi kenara attığım sırada otobüs geçti kaçtığımız yerden:( Saniye değil, belki saliseden kısaydı düşünmesi bile korkunç olan o kazayı atlatışımız.

Kuzum her şeyden habersiz yolculuğa devam etti, bense elim ayağım titreyerek, “ya yakalayamasaydım”lar beynimde uçuşarak bitirdim geziyi.

Biraz sakinleştiğimde zihnimde flaşlar patlamaya başladı. Bir önceki gün, Cuma yani, her Cuma sabahı olduğu gibi, kuzucuklarım babalarının elini öpüp Cuma harçlıklarını aldılar. Normalde koşarak kumbaraya atan küçük kuzum o gün öğlene kadar elinde gezdirdi harçlığını.

Öğle uykusuna yatarken yine kumbarasına atmak istemeyince, (elimize geçen bozuk paraları biriktirip her ay sonunda bir ihtiyaç sahibine verdiğimiz) sadaka kutumuza atmasını söyledim, koşarak gitti, parasını sadaka kutusuna attı.

Kuzum minik elleriyle kendi sadakasını verdi!

Yusuf’un devesi oldu Yavuz’un devesi…

Rabbim o sadakanın hatrına kuzumu bize bağışladı!

Şükürler olsun!

Rabbim hiç birimize evlat acısı tattırmasın!

Sevgiler…

NOT:
KUTLU DOĞUM HAFTASI’ndayız.
Karanlığın en karasında Nur olarak doğup, yüzyıllardır yolumuzu aydınlatan, tüm sözleri, tüm yaşantısı; hayatı kullanma kılavuzumuz olan Sevgili Peygamberimize sonsuz selamlar olsun…

Hiç yorum yok: