21 Eylül 2009 Pazartesi
8 Ağustos 2009 Cumartesi
Küçük Kuzu Dört Yaşında :)
Sakin sessiz, yumuşak mizaçlı abinden sonra ne kadar da ilginç oldu sana anne-baba olmak :) Gerçi sen daha dünyaya gelmeden önce anlamalıydık; senin için düşündüğümüz isimler hep “Yavuz, Yiğit, Yağız, Oğuz” gibi celalli isimler idi…
İlk günden itibaren her halinle şaşırttın bizi…
Ben ki abini Nisan ayında kısa kollu badilerle büyütmüş anne, o çok sıcak yaz günlerinde, ne yapsam ne etsem seni pofidik battaniyelere sarmadan uyutamadım...
Saçların uzamaya başladığında bir baktık tepende bir tutam isyanda :) Islatsak da, şapkayla yatıştırmaya çalışsak da mümkünü yok inmiyor, saç uzadıkça tepende bir ibik gibi yükseliyor:)
Saçını gören “inat olacak bu” dedi… Değilsin desem yalan olur ama sen hep yufka yürekli bir keçi oldun… Ağır abi dediler sana, hem merhametli, sevgi dolu hem dobra dobra, eli maşalı :) Doğrucu Davut, kadrolu “kral çıplak” diyici :)
Emeklemeye başladığında titiz babanın gözünün içine baka baka elindeki ekmeği yerlere bandırıp yedin… Karnın doyduğunda elindeki yiyecek bitmemişse en yakınındaki çekmecenin içine atıp evimizi kurtlandırmaya azmettin…
Birinci dereceden yakınları dahil hiç kimsenin kullandığı bardağı-tabağı kullanamayan anne-baba ve abine inat sen yan komşunun kapıya çöp diye koyduğu boş kola şişesini açıp dibindeki birkaç damlayı midene indirdiğinde küçük dilimizi nasıl yutmadık bilemiyorum :)
Geçen dört yıl boyunca ben, baban, abin ve büyük ailemiz… Hepimiz… Ne çok sevdik seni! Hep seveceğiz…
Kuzucuğum;
Yeni yaşın kutlu, ömrün hayırlı, huzurlu, sağlıklı, bereketli olsun…
Sevenin, sevdiğin bol olsun…
Sert duruşunun ardında saklı pamuk kalbini incitecek olan senden fersah fersah uzak olsun…
Seni sevgilerin en bitmez eksilmeziyle kucaklıyorum annecim…
Mutlu yıllar!
30 Temmuz 2009
*Batırmalık yumurta: Sarısı az pişmiş sahanda yumurta :)
7 Ağustos 2009 Cuma
Hastane Odasında Çocuk Olmak
Aramızda toparladığımız çeşit çeşit oyuncaklar, boyama kitapları ve boyalarla dolu paketlerimizi yine gönüllü Bursalı Annelerimiz Uludağ Üniversitesi Onkoloji Çocuk Servisi’ne teslim etti.
Biz küçük kuzumla çocuk hastanesinde yatarken, bizim katta adı "Hastane İlköğretim Okulu" diye gecen içi oyuncaklarla ve küçük masa-sandalyelerle dolu bir oda vardı. Kapıları boydan boya camdan idi ve içerisi rahatlıkla görülebiliyordu... Bizim kaldığımız süre zarfında hiç açılmadı, öğretmenleri tatil olduğu için gitmişti çünkü.
Küçük kuzum her sabah, o gün eve dönmeyeceğimizi kabullendikten sonra, “oyuncak odasına gidelim bakalım açılmış mı?” diye tuttururdu. Serumunu elime alır, oyuncaklı odanın kapısına kadar giderdik, hiç konuşmadan dakikalarca, kelimenin tam anlamıyla kedinin ciğere baktığı gibi bakardı içeriye ve “keşke açsalar” diye iç geçirip arkasına baka baka odasına geri dönerdi. Sadece benimki değil bütün kuzular kedi gibi dolanırdı o adanın etrafında, kimi zaman içeride gözüne kestirdiği bir ayrıntıyı sessizce izleyerek, kimi zaman içeri girmek istediği için son ses ağlayarak…
Şuan yazarken bile burnumun direği sızlıyor, “ne olur açsalar!” diyordum içimden her gün, “ne olur!?”… Zaten hasta olan kuzumun yüzünde üzüntünün zerresine tahammülüm yoktu… Zor olan temizlenecek, toplanacak bir oda daha çıkması mıydı, çocukların başında duracak görevli olmaması mı?
Biz şanslıydık hastanede sadece bir hafta kaldık… Şanslıydık kaldığımız oda anneannenin, teyzelerin, amcaların her gün yenisini getirdiği oyuncaklarla dolup taşmıştı… Şanslıydık çünkü oradan çıkıp evimize gittiğimizde bizi yine dolaplara sığmayan oyuncaklar bekliyordu…
Yine de öğrendik ki hastane odalarında günler saatler geçmek bilmez iken, bir küçük oyuncak pek değerliymiş… Ziyaret saatleri pek kıymetliymiş, aile-eş-dost-akraba da olsa, kafasını uzatıp “merhaba, geçmiş olsun” diyen bir yabancı da olsa ziyaretçi dört gözle beklenirmiş…
Onkoloji çocuk servisindeki oyuncakların zaman zaman eksildiğini, oyuncakların evlere götürüldüğünü bu yüzden de ihtiyaç listesinin belli aralıklarla tekrar oluştuğunu öğrendiğimde içim sızladı…
Asla kızamam oyuncakları evine götüren kuzulara da annelerine de… Kuzucukların geçmek-bitmek bilmeyen tedavi günlerine bir küçük mutluluk katacaksa topladığımız oyuncaklar, varsın eksilsin, biz yine toparlanıverir toplarız gerekenleri :)
Projede emeği geçen herkese, sevgili Bursalı Anneler’ime çok teşekkür ediyorum, çorbaya bir miktar tuz katabildiğim için çok mutlu, çok huzurluyum…
25.07.2009
25 Nisan 2009 Cumartesi
Yine Yeşillendi…
Cuma gününden çamaşırları yıkayayım, cumartesi-pazar başım selamet olsun demiştim… Renkliler çabuk yıkanır önce onlar çıksın aradan…
Maviler, pembeler, turuncular… hepsi daha önce test edilip onaylanmış zararsız renkliler… bir de büyük kuzunun ilk kez yıkanan yeşil kot benzeri bir pantolonu…
Evden çıkmaya, hafta sonu etkinliklerine başlamaya az kalmış, renklileri makinadan çıkardıktan sonra beyazları bir kez döndürüp kapatacağım makinayı, devamı gece eve gelince…
Lakin oturma odasındaki hesap banyoya uymazmış meğer!
Makinayı bir açtım ki aman da amannn! İçersi bir yeşermiş bir yeşermiş görmeyin! Moralim şöyle bir sarsılmadı değil ama neyse canım bakacağız bir çaresine deyip ayırdım çok yeşermeyenleri ve hassasça olanları. Kalan birkaç parçayı da -son bir zeka fışkırması sonucu(!)- beyazlarla birlikte attım makinaya. Hesapta 60-70 derecede yeşillerini akıtacak, pir-u pak olup çıkacaklar… çok değil on beş dakika sonra makinanın camından baktığımda ne göreyim!!! Beyazlarım!!! Daha doğrusu yeşillerimmm :(((
Tebrik ediyorum kendimi, beş kilogram ağırlığında nur topu gibi yeşillerim olmuş!
İşte buna moral dayanmaz:( Ağlamak istiyorum:(
Ve ben şu tatlı cumartesi gecesinde… hafta sonumu selamet geçirmeme engel gördüğüm bir makina çamaşırla uzuuunn saatlerdir uğraşıyorum. Bir daha yıka, yok olmamış, o ağartıcıyı ekle, bilmem ne suyu dök; cıkkk! Suya bas, bir daha yıka, ı ıhh !!! Ne yeşilmiş mübarek, pes !
Bir yandan dalgınlığıma, tedbirsizliğime söyleniyorum bir yandan da işin felsefesine kayıyor aklım, yazılması gereken yazı beklemekte ya :)
Yaa işte gördün mü hanım?!
Bir kötü, bulaşık huylu vatandaş karıştı mı masumcukların arasına, işleyiverir hepsinin içine… Sonra uğraş ki temizleyesin bulaşanı… Temizlemek kolay değil, ya bir miktar bulaşık kalmasına ya da bir miktar yıpranmasına göz yumacaksın. Başka yolu yok!
Allah hepimizi bulaşık insanlardan, bulaşık düşüncelerden korusun :)
Gülmece :)
“Dalgınlık” ile ilgili görselleri arattığımda karşıma ilk çıkan neydi bakın :)))
18 Nisan 2009 Cumartesi
KARAR VERMEDEN ÖNCE!
Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu’nun zamanında geçiyor..
Bir zamanlar, Çin’in bir köyünde yaşlı bir adam varmış. Çok da fakir... Ama kral bile onu kıskanırmış. Zira, öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki... Kral at için ihtiyara önemli bir para teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış.
‘Bu at, bir at değil benim için. Bir dost... İnsan dostunu satar mı hiç?’ dermiş hep.
Bir sabah kalkmışlar ki, at ortalarda yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış.
‘Ah ihtiyar ah! Bu atı sana bırakmayacakları belliydi. Keşke krala satsaydın; ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın’ demişler..
İhtiyar ‘Karar vermek için acele etmeyin’ demiş... Sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz. Atımın kaybolmasının benim için hayır mı yoksa şer mi olduğunu ancak Allah bilir. Arkasının nasıl geleceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Allah hayırdan şer, şerden hayır, karanlıktan aydınlık, aydınlıktan karanlık çıkarır. Allah’tan bu durumu benim için hayırlı kılmasını diliyorum.’
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler.
Aradan on beş gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki on iki yabani atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.
‘Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var’ demişler.
İhtiyar çok sakinmiş. Her daim şükür içindeymiş.
‘Karar vermek için gene acele ediyorsunuz’ demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç... Arkasının nasıl geleceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Allah hayırdan şer, şerden hayır, karanlıktan aydınlık, aydınlıktan karanlık çıkarır. Ben bunu benim için hayırlı kılması için Allah’a dua ediyorum.
Köylüler, içlerinden ‘Bu ne garip bir ihtiyar. Açık açık kazançlı olduğu halde, hâlâ Allah’a bu durumu hayırlı kılması için dua ediyor. Duayla kafayı bozmuş!’ diye geçirmişler...
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara. ‘Bir kez daha haklı çıktın’ demişler. ‘Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.’
İhtiyar ‘Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz’ diye cevap vermiş. ‘O kadar acele etmeyin. Oğlumun bacağı kırıldı. Görünürdeki gerçek bu. Bana eskisinden daha fakir, daha zavallı olacağımı söylemeniz ise bir düşünce hastalığı. Yaratıcı hayatı küçük parçalar halinde yollar bize. Sonra ne olacağını mutlaka O bilir. Mutlak bilgi O’nun elindedir. Allah hayırdan şer, şerden hayır, karanlıktan aydınlık, aydınlıktan karanlık çıkarır. Ben Allah’a bunu benim için hayırlı kılması için dua edeceğim...
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir orduyla Çin’e saldırmışlar. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köylüler, yine ihtiyara gelmişler. ‘Gene haklı olduğun kanıtlandı’ demişler. ‘Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, büyük bir kısmetmiş meğer.’
‘Siz erken karar vermeye devam edin’ demiş, ihtiyar. Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilebildiğimiz bir gerçek var: Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin hayır, hangisinin şer olduğunu ancak Allah biliyor. Allah hayırdan şer, şerden hayır, karanlıktan aydınlık, aydınlıktan karanlık çıkarır. Her birimizin yaşadığının hayır olması için Allah’a dua edeceğim.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlıyor: "Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
9 Nisan 2009 Perşembe
SEKİZ
Sen şimdi 8 oldun…
Sekiz dopdolu yaşı doldurdun…
Bu kocaman çocuğun annesi olduğuma inanmak zor geliyor çoğu zaman.
Haftalardır sana doğum gününde hediye edeceğim oyuncağı seçmeye çalışıyorum… Halbuki çok iyi biliyorum yıllar sonra aldığın oyuncakların neredeyse hiçbirini hatırlamayacaksın…
Ama olsun, en iyisi hep senin olsun:)
Evet oyuncaklar unutulur belki ama gülüş cümbüş oynanan oyunlar, sıcak dokunuşlar, neşeli gülüşler, tatlı sözler, yürekten yazılmış satırlar ömür boyu kalır…
İşte tam da bu yüzden; tüm doğum günü neşelerin yanına kalsın diye yazıyorum sana ben her yıl… Gelecek ne getirir bilinmez oğlum, yaşadığın güzellikler yanına kalsın istiyorum…. Ne kadar çok sevildiğini, önemsendiğini unutmayasın diye anlatıyorum… -Ki inan bana oğlum, insan unutuyor…
Anne olmak milattır herkes için belki ama benim için çok keskin o miladın öncesini-sonrasını ayıran hatlar…
Senden öncesi ve sonrası… İlk ben, şimdiki ben… Sana kadar olan, seninle doğan…
İnsan ilk çocuğuyla birlikte doğuruyor anneliği… Birlikte büyütüyor ikisini… İlk çocuk o yüzden annesinin çocuğu, anneliğin annesi oluyor…
Sen de benim ilkimsin… Anneliğimin elinden tutan, büyütensin…
İyi ki doğdun oğlum, kuzum, yavrum, güzel yüzlüm…
İyi ki anne oldum…
İyi ki senin annen oldum…
Ve… Anneliğimin annesi iyi ki sen oldun…
Bahtın açık, ömrünü hayırlı, huzurlu, sağlıklı, bereketli olsun… İlim, ahlak, iman, akıl, izan, merhamet, adalet, muhabbet hep seninle olsun canım oğlum…
Sevgi, Dua ve Şükürle…
21 Mart 2009 Cumartesi
Bunu Mu Demek İstediniz?
Arama motoruna yazdığınız kelime yazım kurallarına uygun değil ise ya da siz aceleyle aramak istediğinizden farklı bir şey yazmışsanız hemen karşınıza çıkıyor kalın puntolarla “bunu mu demek istediniz? .....” Düzeltmeden de yeterli sonuca ulaşamıyorsunuz.
Bugün yaşadığım moral bozucu bir diyalog sonrasında düşündüm de hayatımıza uyarlaması olsa bunun...
Şöyle ki, karşımızdaki –eşimiz, çocuğumuz, kardeşimiz, arkadaşımız, komşumuz, patronumuz, çalışanımız, işverenimiz, markette, mağazada hizmet vermek için bulunan vatandaş vs... derdini-isteğini düzgün bir şekilde ifade etmek varken densiz ya da kaba ya da kırıcı yahut sinir bozucu kelimelerle söylediğinde dannn çıksa karşısına “BUNU MU DEMEK İSTEDİNİZ !? .......” :))))
...Ve evet deyip düzeltene kadar bulamasa aradığını, alamasa istediğini :)))
Ne iyi olurdu di mi :)
14 Mart 2009 Cumartesi
Yaşasın Çok Meşgulüm!
Geçtiğimiz hafta kimse beni üzmedi, kırmadı, incitmedi, kafamı bozmadı, sinirimi zıplatmadı…
Şöyle de diyebilirim;
Geçtiğimiz hafta kimseye küsmedim, kızmadım, kırılmadım, takmadım, takılmadım, karışmadım…
Çünkü son günlerde o kadar çok işim vardı ki gözüm hiç kimseyi görmedi :)
Bilgisayarımın başında, önümde kahvem, kulağımda kulaklığım, kulaklığımda bas bas bağıran müziklerim:) Masamda iki proje, biri Uludağ Üniversitesi Kısa Film Festivali’nin* afişleri, ilanları, bayrakları; diğeri şık bir gayrimenkul şirketinin Yapı ve Yaşam Fuarı’nda kullanacağı tanıtım dergisinin tasarımı.
Düşün, taşın, oradan al buraya koy, olmadı sil, olmadı baştan, işte bu süper oldu… hangi renk hangisiyle, hangi resim hangi yazıya derken haftayı tükettim. Bütün gün ve gecenin büyük bölümünde uğraştığım yetmedi, aklımdakiler uykularımı kaçırdı, rüyalarıma girdi:)
İşler henüz bitmedi ama epey yoluna koydum, zor kısmı atlattım, keyfini sürmeye az kaldı, bunu ben yaptım kısmına yani:)
Allahımmm seviyorum ben bu işi, beni işsiz bırakma ! Amin :)
Yaşasın bu hafta da çok işim varrrr !!! :)))
7 Mart 2009 Cumartesi
Anı Kumbaram - 1
Sabah erken kalkıyor ben uyanmayayım diye salonun kapısını çekiyorsun.
Ben kalkana kadar sesi sonuna kadar kısık (!) çizgi film izliyor, resim yapıyor ya da küçük askerlerinle oynuyorsun. Ben kalkınca çizgi filmin sesini açıyorsun :)
Kahvaltıda ne yapayım size diyorum, ya krep ya da omlet diyorsun…
Kahvaltını bitiriyor, sütünü kahveli seviyorsun.
Dişlerini büyükler için olan macunla fırçalıyor, her seferinde gelip bana gösteriyorsun. Ayy nasıl da parlamış diyorum, bu sefer parlayan gözlerin oluyor:)
Okula kaç saat kaldığını sayıyor, zaman ne çabuk geçiyor diyorsun:)
Seni olduğunun üç katı gösteren pofidik paltonu giyiyor çantanı sırtlanıyorsun…
Dikkat et annecim, seni çok seviyorum, Allah’a emanet ol diyorum, tamam anneee diyip el sallıyorsun.
Koşarak cama çıkıyorum ama senin apartmandan çıkman dakikalar alıyor, ne düşünüyor, nelere takılıyorsun belli olmuyor:)
Sen kapıdan çıkınca sana pişşşşt diye sesleniyorum beşinci kattan, bakıp gülüyorsun, sen böyle güzel gülünce ben kuş olup uçuyorum…
Yokuş aşağı koşarak gidiyorsun, çantan sırtında hop hop ediyor… Yolun tam yarısında zınk diye duruyorsun, neden bilmiyorum o noktadan sonra kaplumbağa adımlarıyla ilerliyorsun:)
Sen koşarken önüne ağır adımlarla ilerleyen biri çıkarsa sağından ya da solundan geçip gitmiyor arkasından yavaşça ilerliyorsun, önündeki yolunu değişecek olursa bir süre onu izliyorsun.
Göründüğün son noktaya kadar arkandan bakıyorum, bakarken seni bana verene emanet ediyorum…
Akşam sınıftan en son sen çıkıyorsun…
Bazen markete girip futbolcu kartları alıyorsun.
Galatasaray’ı tutuyorsun ama bütün kartları topluyorsun, hepsini seviyorum ben diyorsun :)
Gelir gelmez yemek yemiyorsun, zaten uyanır uyanmaz da yemezsin sen… Israr etmiyorum, acıktım ben demeni bekliyorum:)
Uzun makarnayı, yayla çorbasını, ıspanağı, balığı seviyor, salatanın sadece suyunu yenebilir buluyorsun, o da bolca ekmek içiyle:)
Sen yemeğini yerken ben çantanı kucaklayıp yanına oturuyorum…
Defterlerinden aferinleri, yıldızları topluyorum... Kitaplıktan aldığın kitaba bakıyorum, sen bana okuduklarını anlatıyorsun…
Beslenmene koyduğum tost ellenmemişse anlıyorum ki üstten bir dişin sallanıyor yine :) Ertesi gün kek ya da krep koyuyorum, kolayca ısırabilesin diye…
Şiirler yazıyor, etrafını süslüyorsun… Tanesi üç liradan satıyorum, konu verin ben şiir yazayım diyorsun :) Veriyoruz yazıyorsun, sonra kıyamayıp indirim yapıyorsun:)
Para biriktiriyor, hesaplar yapıyorsun… Biriktirdiğin paraları beşer liralık banknotlar halinde istif ediyorsun :) Baban sana en gıcır beşlikleri getiriyor sen sevinçten uçuyorsun :)
Gece yatarken yanına küçük şişeyle su alıyorsun. Sabaha hazır olsun diye çoraplarınla yatmak istiyorsun, azıcık kavga ediyoruz, suratını asıp çıkarıyorsun:)
Yatmadan önce illa ki, sen ne zaman uyuyacaksın diye soruyorsun :)
Ve her zaman yorganının üzerinde uyuyorsun :)
Bir de…
Uyuduğunda cennet kokuyorsun…
…
Zaman akıp gidiyor, her şey unutuluyor…
Bir gün, pek çaresiz hissedersem kendimi, ya da yalnız yahut yorgun… Hatırlayıp gülümseyebileceğim an(ı)larım olsun istedim de ondan yazdım bunları…
İlk aklıma gelenleri atıverdim anı kumbarama, unutulup gitmeden biriktireyim ben güzel günleri, daha sonra ilaç niyetine hatırlamak adına…
Bugünlerde büyük kuzum böyle işte…
Sırada küçüğüm var…
Yakında burada… Anı Kumbaram’da…
28 Şubat 2009 Cumartesi
Zor Dostum Zor
Dokuz ay taşımak, canını ortaya koyup doğurmak, canından can çıkarmak…
Yedirmek, içirmek, giydirmek…
Uykusuz kalmak, yorgun düşmek…
Eve kapanmak, yeni bir hayata başlamak…
Ödev yapmak, okuma yazmayı, matematiği, hayat bilgisini yeniden öğrenmek…
Bir oturuşta tabağındaki yemeği bitirememek, soğumuş çaya, kahveye alışmak…
Sabahtan akşama, akşamdan sabaha koşturup durmak…
Bu hengamede eş, evlat, arkadaş, komşu olmayı unutmak…
Kırk günü, altı ayı, bir yaşı, ilk dişi, ilk adımı, ilk lafı, okul çağını kovalarken hayattan kovalanmak…
DEĞİL!
Yavrunu canı yanarken görmek…
Mesela ateşler içinde yatarken, bir yeri kanarken…
Ağlaya ağlaya bitkin düşüp uyumuşsa mesela, başucundan dakikalarca ayrılamamak, avuçlarını, ayaklarını öpüp koklamak, hep gülmesini dilemek…
Yüzünde keder, bakışında eziklik hissetmek…
Gözünden sakınmak…
O bir ahh dese tir tir titremek…
Annem deyişine kurban olmak…
Bir gülüşüne, bir öpüşüne dünyaları vermek…
Allah’tan başka hiçbir şey dilememek…
Kendin için dua etmeyi unutmak…
Çok sevmek…
Her şeyden çok…
Çok sevilsin, incitilmesin istemek…
Mümkün olmadığını bilmek…
Pamuklara sarmalamak, sarmak…
Kanatlarının altından çıkmasına dayanamamak…
Kanatlarının altından uzaklaştıkça yaralandığını, berelendiğini görmek, bilmek…
Büyüdükçe, kanatlar altına sığamaz oldukça koruyamamak…
Kötülükleri kovamamak…
Kötülükleri bırak, kabalıkları bile kovamamak…
Düşüncesizlikten, merhametsizlikten, anlayışsızlıktan kaçıramamak…
Çok zor…
Anne olmak zor…
Bir kere anne oldun mu yürek çarpıntısından kurtulmak yok…
21 Şubat 2009 Cumartesi
Ah O Şarkı…
Hemen diğer kulaklığı da takıp sesi sonuna kadar açtım telaşla, Türkçe yayın yapan bir radyo(cu)nun bir defalık İngilizce bir şarkı yayınlayıveresi tutmuştu…
Sözlerinin çoğunu anlamadım, anladıklarımın da anlamını bilmiyordum zaten:) Ama şarkı beni tarifi güç, şiddetli ama bir yandan da coşkulu bir hüzne boyadı.
O güzelim şarkı bitip gittiğinde ne adını biliyordum, ne sözlerini, ne söyleyenini.
Melodisi haftalarca dilimde kaldı, hatırlayabildiğim bir iki kelimesi de günler içinde silinip gitti hafızamdan, ama ben şarkıyı haftalarca nııınınnıınıınııınıııııı şeklinde mırıldanıp durdum ve sonunda ümitsizce peşini bıraktım.
Sonra…
Tam 9 yıl sonra, ben tam da “genç” denecek yaşta bir genç, küçük sayılabilecek bir anne olmuşken… Yine soğuk bir gece, ama bu sefer erkence bir saatte çok sevdiğim bir dizinin çok hüzünlü bir bölümünde duydum o şarkıyı. Sesini açtım yine açabildiğim kadar, yine aynı deli hüzün sardı her yanımı…
Ve bitti, bitti ve yine gitti şarkım.
O zaman elimin altında sevgili google yok tabi, desem ki yazayım iki kelimesini bulayım yedi silsilesini :) Hafızamdan silinene kadar mırıldandım yine günlerce nııınınnıınıınııınıııııı şeklinde :)
Ve çok sonra…
Bu gece 2009’un Şubat’ı, cumayı cumartesiye bağlayan gecenin sabaha yakın zamanı…
Uyumak için çok geç, uyanmak içinse erken saatlerde…
Ben artık büyükçe bir genç, iki çocuklu, tam kıvamında bir anne olmuşum… Havada kar kokusu, soğuk yine, hem de bıçak gibi…
Oturmuşum masama, rahmetli monitörümün yeri günlerce boş kaldıktan sonra yenisi gelmiş, karşılıklı bakışıyoruz, alışıyoruz… Bir de kulaklık edinmişim ne zamandır istediğim… Sevdiğim şarkılar kulağımda, ilham efendiye rastlamayı umuyorum bir yandan…
Şarkılar el ele tutuşturuyor hüzünle kelimeleri;hüzünlü seslerle gecenin sessizliğini… Yazımı yazmak için bir dosya açıyorum…
Derken o şarkı düşüyor aklıma aniden… Sihir gibi, gelip biri kulağıma fısıldamış gibi…
Take me back to my boat on the river…
Kaçıp gidecek diye korkuyorum, telaşla yazıyorum cümleyi dinlediğim müzik sitesinin arama motoruna…
Ve alkışlarla başlıyor… Törenle buluşuyoruz sanki:) Kulaklığı iyice bastırıyorum kulaklarıma…
Bir yandan dinliyorum bir yandan içerime tekrar dolan o tanıdık hüznü çözmek istiyorum artık…
E çok şükür aslanlar gibi google da var artık, yazıyorum ve öğreniyorum yedi silsilesini:) Seksenli yılların pek bir meşhuru olduğunu, Styx efendilerin hiti olduğunu, tüm zamanların en nahif şarkılarından sayıldığını, dünyadan haberim olmadığını falan bir kenara bırakıyorum:)
Çok merak ettiğim sözlerini okuyunca…
…And I wont cry out anymore…
Vay canına! Diyorum sadece…
Müzik hakikaten evrensel bir dilmiş iyi mi :)
1 Şubat 2009 Pazar
TATİL GÜNLÜĞÜ
Her tatilde en az üç-beş günümüzü, uzak ya da yakın ama ille de şehir dışında geçirmeye; çekirdek ailemizle herkese ve her şeye kısa bir mola vermeye fena alışmışız:) Bu sefer çeşitli sebeplerle şehir dışına kaçamayacağımız için başta biraz canımız sıkıldı doğrusu ama benim muhteşem “Neşeli Bursa Tatili” organizasyonumla keyifler yerine geldi :)
Öncelikle Bursalı Anneler’le birlikte gidemediğimiz ama kuzucuklarımızın mutlaka görmesini istediğimiz Osmangazi Belediyesi’nin Sahipsiz Hayvanlar Doğal Yaşam ve Tedavi Merkezi’ni ziyaret ettik. Hava hem yumuşak hem de mis gibi, ışıl ışıldı.
Atları, kedileri, köpekleri, tavşanları, keçileri ziyaret ettik. Tavşanları kucakladık… Kedi evlerine, yavrulu anne bakım ünitesine (iki köpüş vardı, yeni doğum yapmış, loğusa yatağına kurulmuş, tebrikleri kabul eden :)), evcil hayvan mezarlığına, çocukların yorgunluktan bayılana kadar koşturdukları yemyeşil, geniş, harikulade alana ve tabii ki muhteşem manzaraya hayran kaldık.
Merkezin kurucularından personeline kadar emeği geçen herkesi hayranlıkla, takdirle, içtenlikle kutladık… İsteyince oluyormuş dedik:) Bursa’mızla ve insan-hayvan ayırt etmeksizin hizmet edenlerle gurur duyduk. İnşaallah bu hizmeti gereksiz bir yatırım, paraları çar çur etme olarak algılayan şuursuz, basiretsiz bir yönetim/başkan gelmez başımıza diye dua ettik…
*****
Üçüncü etkinliğimiz, kısa süre önce gelin edilmiş olan kardeşimin evinde kahvaltıyla başlayıp gece oturması şeklinde tamamlanan uzuuuun ve harika bir gün oldu.
Kuzucuklarım çok sevdikleri teyzoşlarıyla düğünden sonra ilk kez bu kadar geniş vakit geçirdiler, o kadar mutluydular ki gün boyunca gık bile demeyerek gerçek bir kuzuya dönüştüler:) Teyzoşun çok özlenen pastalarından biri küçük kuzunun da katkılarıyla hazırlanırken büyük kuzu çok sevdiği mor odada, yeni oyuncağıyla sefasını sürdü :)
Ve…
Pazar…
Bursalı Anneler’in süper kahvaltılarından biri daha gerçekleştirildi ve yine çokkkk uzun süredir görüşülemeyen ve eski dostlarla hasret giderildi, taze Bursalı Anneler ve kuzularıyla tanışıldı, memnun olundu :)
Çocuklar için ayrılan kocaman oyun alanı, oyun alanındaki Pamuk Prenses, bir ağlayıp bir gülen kuzucukların sesleri ve birbirinden leziz mamalar eşliğinde harika bir buluşma gerçekleştirdik. (Ah bir de yediklerimi burnumdan getiren sigara dumanı olmasaydı!!! Temmuz’a kadar ya Sabır! Temmuz’dan sonra yaktım sizi bilesiniz :)
Vel hasıl Aile boyu, neşeli, lezzetli, bol sohbetli, cıvıl cıvıl bir günle sömestrin ilk haftası etkinlikleri tamamlandı:)
Tatilin kalan kısmında da hepimiz için sağlıklı, huzurlu, neşeli, renkli, bol etkinlikli günler diliyorum :)
25 Ocak 2009 Pazar
KARNE, KİTAP, VALİ
Karnelerimiz aldık, tatilimize başladık :)
Büyük kuzum harika bir karneyle yüzümüzü güldürdü bu dönem yine. Diyeceksiniz ki ilköğretim ikinci sınıfta kötü karne mi olur, evet pek olmuyor sanırım ama bizi mutlu eden baştan aşağı “5”lerle dolu ders notu hanelerinden ziyade karnesiyle birlikte “Kitap Kurduyum” belgesiyle ödüllendirilmesi oldu. (Kitap Kurducum Özlemcim, bak sıkı bir rakip yetişiyor sana hem de belgeli kurt bu :) )
Tevafuk bu ya, Pazar sabahının 7’sinde Karne yazısı yazmak için masama oturduğumda, kahvemi bitirene kadar birkaç Pazar yazısı okuyayım dedim ve karşıma Flaubert’in "Yaşamak için okumalı" sözüyle başlayan bir köşe çıktı bahtıma:)
Elif Şafak bu Pazar köşesinde, tarihçi Alberto Manguel'den şu hikâyeyi aktarmış;
11. yüzyıl başında İran'da kitaplara düşkün bir şah yaşardı. Günün birinde bir sefere çıkması icap etti. Ama kitaplarından ayrılmak istemiyordu. 117.000 kitabı vardı. Sonunda kitaplarını da beraberinde götürmek için duyulmamış bir şey yaptı. Dört yüz deveyi arka arkaya dizerek hepsine kitap yükledi. Develer, harf sırasına göre sırtlarına konulan kitapları taşıyarak şahla beraber sefere geldiler. Böylece şah yol boyunca ne zaman bir kitaba ulaşmak istese, o harfi taşıyan deveyi bulup, kitabını kolaylıkla çekip alabiliyordu.
Ve eklemiş Elif Şafak “Böylesi tutkulu bir kitap düşkünlüğünden, bugünün kitap okumayan gençliğine uzun bir yol geldi insanlık. Ama bunun adı "ilerleme" mi, orası tartışmalı.”
? !
Kitap okuma konusunda üzücü istatistikler ortadayken çocuğumun okuma sevgisine sahip oluşunu ve bu sevgiyi yerleştirme, kalıcı kılma konusunda öğretmenimizin kararlı çabalarını, teşviklerini görmek o kadar özel, o kadar ayrıcalıklı hissettiriyor ki… Ben sevinmeyeyim de kimler sevinsin yani :))))
Bu arada, abiye gösterilecek yoğun tezahüratlar karşısında karın ağrısı çekeceği şüphesiz olan küçük kuzuya da ev yapımı bir karne verdim bu dönem:)
Cuma ve Cumartesi günümüzü karne kutlama etkinlikleriyle geçirdik, etkinlikler dahilinde iki kuzum da cumartesi gecesini anneannelerinde geçirmek üzere bizden ayrıldı :)
Ayrıldıktan sonra kıymetlimle birlikte VALİ’yi izledik.
Film, merhum Recep Yazıcıoğlu’nun yaşamından ekranlara uyarlanan “Köprü” dizisinin ardından, “Süper Vali”nin yaşamından yola çıkarak Türkiye’de yaşanan sorunlar ve ardındaki gizli odakları yansıtıyor.
Vali Faruk Yazıcı'nın neredeyse çocukluktan beri arkadaşı olan MTA Mühendisi Ömer Uçar ve mühendis arkadaşlarının, bölgedeki zengin uranyum madeni yatağıyla ilgili elde ettikleri bilgi üzerine başlayan şüpheli ölümler… Birbiri ardına kaybedilen pırıl pırıl, vatansever, fedakar bilim adamlarımız, mühendisler… Ve bu düzenin sürmesini isteyen sermayenin ardındaki gizli ve açık güçler… Kısacası Vali, Türkiye çıkarlarını koruyup ülke insanlarının menfaati için elini taşın altına koyanlarla, taşları yukarıdan üstümüze yağdıran çıkar grupları arasındaki çekişmenin acı hikayesini anlatıyor, bir film süresine sığabildiği kadarıyla…
Velhasıl film izleme lüksüne sahipseniz izleyin derim:) Bu arada biz filmi Osmangazi Belediyesi’ne ait Akpınar Kültür Merkezi’nde izledik, hafta içi-hafta sonu – hafta kenarı fark etmiyor, öğrenci-öğretmen 2.5, tam 3.5 lira, haberiniz ola :))
Karneli Kuzuların hepsine mutlu tatiller diliyorum…
11 Ocak 2009 Pazar
Aşureye Niyet…Gazze’ye Kısmet
Bütün hafta boyunca “Aşure” hakkında yazmayı planladım. Cümleler derledim, topladım zihnimde… Ve bu akşam yazımı yazmak için masama oturduğumda “Senin Saçların Daha Güzel Gazze!” çıktı karşıma… Elini kolunu sallayarak caddeyi geçen adamın karşısına kamyon çıkar gibi…
Çarptı beni okuduğum, ezdi beni okuduğum, beni yerle yeksan etti…
Bir miktar kendime geldiğimde, hafta boyu zihnimde itişip kakışan aşure cümlelerimden eser kalmadı…
…Ama beynimin bizzat kendisi bir aşure kazanına döndü…
acı-
tatlı-
ekşi-
kuru-
yaş-
kırmızı-
siyah-
sıvı-
katı-
kabuklu-
kabuksuz…
sert-
yumuşak…
Ne varsa aynı kazanda!
kaynadı… kaynadı… kaynıyor…
kaynıyorum
karışıyorum
yanıyorum
acıyorum
sızlıyorum
…
Aşure gününde olduğu söylenen; Âdem peygamberin işlediği suçun affedilmesi gibi,
Nuh peygamberin gemisinin tufandan kurtulması gibi,
Yunus peygamberin bir balığın karnından çıkması gibi,
İbrahim peygamberin ateşte yanmaması gibi,
İdris peygamberin diri olarak göğe çıkarılması gibi,
Yakub peygamberin oğlu Yusuf peygambere kavuşması gibi,
Eyyüb peygamberin hastalıklarının geçip iyileşmesi gibi,
Musa peygamberin Kızıldeniz'den geçip İsrailoğulları'nı Firavun'dan kurtarması gibi,
İsa peygamberin doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesi gibi…
Mucize gibi…
Mucize gibi…
Mucize gibi bir şey diliyorum…
Gazze ölme…
Ölme kızım…
Gazze ölmesin diliyorum…
9 Ocak 2009 Cuma
5 Ocak 2009 Pazartesi
Yazmasam Olmaz
Acizce beklemekten başka yapacak şeyler olmalı mutlaka. Dua etmeli çokça evet, ama dille edilen dua yeter mi?
Birinci Dünya Savaşı’na az kala Osmanlı Devleti’nin düştüğü zor durum karşısında dünyanın pek çok yerinde Müslümanlar varını yoğunu dökmüştü hatta 1913’te, Peşaver’de yardım toplanırken, yoksul bir kadın verebilecek hiçbir şeyi olmadığı için kundaktaki evladını satmak, parasını yollamak istemişti.
Şimdi hangimiz bu kadar yokluk, yoksulluk içindeyiz ki elimiz cebimize gitmiyor? Vicdandan gelen seslerin üzerini örtmeye yetiyor mu "sms"lerle gönderilen 5 liralar?
Amerikan ve İsrail mallarını almaya nasıl gidiyor bu eller çekinmeden, sıkılmadan?
Coca colalar, Nescafeler yakmıyor mu kursaklarımızı hala, kursaklarından günlerdir bir lokma geçmeyen yavrucaklara rağmen?
Arieller çıkarıyor mu bebeklerden akan kanın lekesini de?
4 Ocak 2009 Pazar
Zaman Perhizi
Kargodan gelen koliyi heyecanla karşıladım, muhabbetle açtım… Kitaplarımı, cdlerimi itinayla çıkardım, salonumun baş köşesine oturttum, uzun uzun kapaklarını inceledim, poz poz fotoğraflarını çektim, kitapları tek tek açıp sayfalarını kokladım:)
Kitaplarımı okumaya başlamak için 1 Ocak gününü bekledim… İçimden öyle geldi bu sefer :)
Sevgili Kitap Kurdu cuğumun ısrarlı tavsiyesini dikkate alarak Çizgili Pijamalı Çocuk bu yıl okuduğum ilk kitap oldu, elbette tek başına değil:)
Kahve Molası’nı okumaya da aynı gün başladım fakat hem İskender Pala’yı sindire sindire okumak gerektiğinden hem de elimde biraz daha gezsin istediğimden acele etmedim, okumaktayım:)
Yeni bir yıl yeni bir başlangıç diyoruz madem, yeni bir başlangıç için yeni niyetler, yeni planlar, yeni kararlar gerek. Çok uzun uzadıya düşünmedim ama ilk olarak zaman perhizi yapmaya niyetlendim ben:)
Mesela okumaya ayırdığım zamanı artırabilmek adına ne yapabilirim acaba dedim. Bilen bilir uykudan kısmam pek mümkün değil, zira 15 yaşımdan beri günde en fazla 5-6 saat uyuyorum.
Zaten çok az izlediğim televizyondan da son altı aydır neredeyse tamamen kopmuş durumdayım. Çok şükür bir tarafım eksilmedi:)
Başka nereden tasarruf edilebilir derken; başında adam akıllı oturmasam da gün boyunca açık duran, gelip geçtikçe baktığım, bazen takıldığım, hatta biraz gelip bir yaz kaldığım msn ve facebook efendilerden bir süre ayrı kalmaya karar verdim :)
Günde bir saat kazansam yeter, kaldı ki sadece otur-kalk bile olsa bir saatten fazla zamanımı alıyordur kesin. Deneme süresi sonuçlarını sizlere bildiririm bir ay sonra :)
Son olarak…
Malum erkekler çetelesini tutmaz bu işlerin ama benim çeteleye bakacak olursak bu yılın yedinci gününde yazgının yollarımızı kesiştirmesinin 10. yılı :)
Pembe beyaz çiçeklerle karşılanan nice on yıllarımız olsun inşaallah:)