22 Nisan 2008 Salı

Dur Yolcu !

Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir!…

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,

Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda

İstiklal uğrunda, namus yolunda,

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir!

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,

Mübarek kanını kattığı yerdir!...

Düşün ki haşrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,

Bir harbin sonunda bütün milletin,

Hürriyet zevkini tattığı yerdir!...


Necmettin Halil Onan


Önceki yazımda Çanakkale gezimizin tatsız bir bölümünü anlatmış keyifli ayrıntıları bu haftaya saklamıştım.

Geçtiğimiz hafta sonu eşimin okulunun düzenlediği geziye iki kuzumuzla birlikte katıldık.

Önce korktum doğrusu beş altı saatlik yola biri yedi yaşında diğeri bezden yeni kurtulmuş, iki buçuk yaşında, iki çocukla çıkmaya. Yolun uzunluğu bir tarafa, gezi günübirlik olduğu için program çok yoğundu ve tüm gün yürünmesi gerekecekti.

Diğer yandan iki kuzumun da bitip tükenmeyen Çanakkale merakı, ilgili tüm film, çizgi film ve dizileri yalayıp yutmuş olmaları…
Büyük kuzumun iki yıldır hava durumunu izlerken Bursa’dan önce Çanakkale’ye bakıp askerler ne yapıyor acaba diye dertlenmesi, küçük kuzumun evdeki beş litrelik su şişelerini Seyit Onbaşı gibi sırtlanma çalışmaları…
Bugün üniversite mezunu pek çok kişinin bilemeyeceği Çanakkale Savaşı ayrıntıları, savaşa giren devletlerden tutun da düşman zırhlılarının isimlerine kadar bilgi sahibi olmaları, zaferin önemli kahramanları ve onlarla ilgili hatıralar gibi pek çok konuda söyleyecek sözleri olması…

Vel hasıl o kadar hevesli ve o kadar donanımlıydılar ki her şeyi göze alıp çıktık yola. Yorulduğumuz yerde oturur bekleriz demiştim ama şükür ki korktuğumuz başımıza gelmedi, hiçbir yerden kusur kalmadık:) Çok sakin ve keyifli bir yolculuk, çok faydalı bir tecrübe oldu hepimiz için.


Birlikte yola çıktığımız lise öğrencilerinden çok daha bilgili, saygılı ve duyarlıydı benim küçük kuzularım bu topraklara, tarihine, şehitlerine, atalarına karşı…

Bir yandan bilgi, duygu, saygı yoksunu yeni nesil için içim yanarken diğer yandan kendi evlatlarımın milli manevi değerler konusundaki olgunluğuyla gurur duydum.

Ümitsizlik arkamda, ümit ışığı önümde yol aldım bu her karışında mücadele, her karışında iman, her karışında özgürlük, her karışında vatan kokan topraklarda.

Şu topraklardan hala kemikler, dişler çıkıyor, burası başlı başına bir şehitlik diye işaret edilen yerlerde “anneciiimm kemik miii? diye şımarıklığın ve duyarsızlığın zirvelerini zorlayan hanım kızımıza (!) üzüntüm, aynı sözleri büyük bir ciddiyetle dinlemekte olan yedi yaşındaki oğlumun verdiği iç huzuruna karıştı içimde…

15 Nisan 2008 Salı

Yavuz'un Devesi

YUSUF’UN DEVESİ*
Yusuf, Diyarbakır'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası o mahallenin ağası olarak bilinir, herkesin yardımına koşmak için elinden geleni yapardı.
Yusuf'un anlattığına göre kendisi henüz beş yaşındayken evlerinin civarına bir derviş gelmiş ve bir duvar dibinde mekân tutmuştu. Yusuf'un babası:
-"0'na bakmak bize düşer, diyordu. Ama incinmemesi için, ihtiyaç duyduğu şeyleri sakın hizmetkârlarla göndermeyin."
Derviş babaya yemek götürmek, artık Yusuf'un işiydi. Küçük çocuk, ilk önceleri tereddüt ettiği bu işten daha sonraları büyük bir lezzet almaya başlamış ve yaşlı adamla derin bir gönül bağı kurmuştu. 0'nunla yaptığı sohbetler, çocuk yaştaki Yusuf'un kalbinde bahar çiçekleri açtırıyordu.
Derviş baba bir gün:
-Yusuf, dedi. "Sana bir deve yapayım, ister misin?"
Bir çocuğun böyle bir teklife "hayır" demesi mümkün değildi. Yaşlı adam bunu bildiği için isteklerini şöyle sıraladı:
-Evden sana verilen fındık, üzüm ve leblebi gibi çerezlerden küçük bir kısmını bana getireceksin. Ve bunu da kimseye söylemeyeceksin. Fakat bana getireceğin şeyler, sadece sana verilenlerden olmalı. Sağdan soldan bulup aldıklarınla deve yapılmaz. Yusuf bu işin gizli olmasından da hoşlanmıştı.
Her getirdiği çerezden sonra:
-Devem yapılıyor mu? diye soruyor ve Derviş Baba'dan;
-Elbette, cevabını alıyordu. Getirdiğin her bir çerez, devenin bir başka yanını oluşturuyor. Günler birbirini kovaladı ve Yusuf'un sabrı tükenmek üzereyken, beklediği müjde geldi: -Deve tamamlandı Yusuf, sadece gözleri kaldı. Eğer iki badem getirirsen, bu iş biter.
Yusuf, sabaha kadar sevinçten uyuyamadı ve bir kenara depoladığı leblebileri bademlerle değiş-tokuş ederek Derviş Baba'ya koştu. Ancak yaşlı adam, derme çatma kulübesinde o akşam vefat etmişti.
Cenaze işlerini yine Yusuf'un babası üstlenmiş. 0'nu küçük çocuğun gözyaşları arasında yakın bir mezarlığa defnetmişler.
Aradan 12 yıl daha geçmiş ve Yusuf delikanlı olmuş. Ne yazık ki şizofreni adı verilen hastalığa da bu yaşlarda yakalanmış. Yıl, 1910-15 civarı olduğundan, hastalık çok kısa sürede öldürücü bir hâle dönüşüyormuş. Yusuf'un babası zengin olduğu için, yavrusunu ilk önce İstanbul'a, daha sonra da Paris'e götürmüş. Ama verilen cevap her yerde aynı olmuş:
-"Bu hastalığın tedavisi henüz mümkün değil. Maddi imkânlarınız iyi olduğuna göre, Yusuf'u İstanbul'daki akıl hastanesine yatırabilir ve 0'na bir bakıcı tutabilirsiniz. "
Yusuf'un babası denilenleri aynen yapmış ve bir bakıcıya 2 altın maaş bağlayıp oğlunu, sık sık ziyaretine gitmiş. Ancak 6 ay sonra Yusuf iyice ağırlaşmış ve kendisi diğer hastalardan tecrit edilip ölüme terk edilirken, babasına da "Oğlunuzun kurtulma ümidi kalmadı" diye telgraf çekilmiş.
Yusuf, bundan sonrasını şöyle anlatıyordu:
-Kırk derecenin üzerinde bir ateşle kıvranırken, kendimi korkunç bir çölde görüyordum. Güneş her zerremi ayrı ayrı kavuruyor ve yangın yerini andıran kızgın kumların üzerinde sürünürken, bir damla suyun hasretiyle kıvranıyordum. Öleceğimi anlayıp son bir defa daha ufuklara baktığımda, gördüklerime inanamadım. Çocukluğumun Derviş Babası yularını tuttuğu bir deve ile birlikte bana doğru geliyordu. İyice yaklaştığında:
-Yusuf'um, evlâdım, dedi. "Deven hazır binebilirsin."
Yattığım yerden güçlükle doğrulup onun yardımıyla deveme bindiğimde, susuzluğum ve hastalığım bir anda geçmişti. 0 anda gözümü açmış ve:
-Ben neredeyim? diye sormuşum.
Etrafımdaki bakıcı ve doktorlar, iyileştiğime asla inanamıyordu. Çünkü şizofreni ile zatürreeden kurtulmuş, dünyaya sanki yeniden gelmiştim. Yusuf, başından geçen bu hâdiseyi anlatırken bir çocuk gibi ağlıyor ve:
-"Derviş Baba, kalp gözüyle başıma gelecekleri hissetmiş ve bunun için de "Sadaka Ömrü Uzatır" hadisinden yardım istemiş olmalı. diyordu. Bu yüzden sadece bana âit olan çerezleri isteyerek bana sadaka ibadeti yaptırdı. Ve ömrümün ziyadeleşmesine sebep oldu."
* Onk.Dr. Haluk Nurbaki'nin hatıralarından. (1924-1997)


Bu hikayeyi okuyalı yıllar oluyor, bir ilk okuduğumda gözümden yaşlar gelmişti bir de hafta sonu yaşadığım korkulu olayı bu hikayeyle ilişkilendirdiğimde…

Hafta sonu eşimin okulunun düzenlediği Çanakkale gezisine katıldık çoluk çocuk, maaile…

Cuma gece yarısı yola çıktık, günün ilk ışıklarıyla birlikte Eceabat’a vardık. Gezinin ayrıntılarını daha sonra anlatacağım.

Öğleye doğru artık iyice yorulmuş, yolun kenarına oturmuştuk kuzucuklarımla… Yeşilliklerin üzerinde, serin bir ağacın gölgesinde, yolun karşısında duran otobüsümüzün kalkmasını bekliyorduk.


Beklediğimiz işaret geldi, gidiyorduk.

Bir anda oldu!

Bir baktım küçük kuzum yola fırlamış, tişörtünün yakasından yakalayıverdim ama kurtuldu elimden, bir daha uzandığımda kocaman bir otobüsle aramızda yarım metre var mıydı bilmem…

Son bir hamleyle küçük kuzumu kucaklayıp kendimi kenara attığım sırada otobüs geçti kaçtığımız yerden:( Saniye değil, belki saliseden kısaydı düşünmesi bile korkunç olan o kazayı atlatışımız.

Kuzum her şeyden habersiz yolculuğa devam etti, bense elim ayağım titreyerek, “ya yakalayamasaydım”lar beynimde uçuşarak bitirdim geziyi.

Biraz sakinleştiğimde zihnimde flaşlar patlamaya başladı. Bir önceki gün, Cuma yani, her Cuma sabahı olduğu gibi, kuzucuklarım babalarının elini öpüp Cuma harçlıklarını aldılar. Normalde koşarak kumbaraya atan küçük kuzum o gün öğlene kadar elinde gezdirdi harçlığını.

Öğle uykusuna yatarken yine kumbarasına atmak istemeyince, (elimize geçen bozuk paraları biriktirip her ay sonunda bir ihtiyaç sahibine verdiğimiz) sadaka kutumuza atmasını söyledim, koşarak gitti, parasını sadaka kutusuna attı.

Kuzum minik elleriyle kendi sadakasını verdi!

Yusuf’un devesi oldu Yavuz’un devesi…

Rabbim o sadakanın hatrına kuzumu bize bağışladı!

Şükürler olsun!

Rabbim hiç birimize evlat acısı tattırmasın!

Sevgiler…

NOT:
KUTLU DOĞUM HAFTASI’ndayız.
Karanlığın en karasında Nur olarak doğup, yüzyıllardır yolumuzu aydınlatan, tüm sözleri, tüm yaşantısı; hayatı kullanma kılavuzumuz olan Sevgili Peygamberimize sonsuz selamlar olsun…

14 Nisan 2008 Pazartesi

Çikolata



Geçen yıl bu zamanlar okumuştum sırf adı “Çikolata” olduğu için aldığım kitabı। Hatta bunu kitapçıya söylediğimde bana kitapla birlikte çikolatalı gofret vermişti:)


Küçük bir Fransız kasabasına yerleşip, küçük kızıyla yeni bir hayat kurmaya çalışan sıra dışı bir kadının hikayesiydi Joanne Harris’in “Çikolata”sı.

Kasabaya açtığı çikolata dükkanı, inatçı komşularıyla birlikte okuyucuyu da büyülüyordu.
Olaylar dumanı üzerinde sıcak kakao, bademli ezmeler, fondonlar, mokalar, espressolar, kremalı kahve bisküvileri ve daha bir dolu büyülü lezzet eşliğinde akıp giderken ben de eriyordum sayfalar arasında:)
Bir yandan da resmini çiziyordum hayalimde o küçük çikolata dükkanının; raflardaki kavanozları, renkli kutuları, parlak kurdeleleri, göz alıcı vitrini, kırmızı kepenkleri, penceredeki sardunyaları ile…

Ve…
Dün akşam kendimi, hayalimde çizdiğim bu resmin içinde buluverdim:)
Bursalı Anneler’den bir grupla katıldığımız çikolata etkinliğinde, Pasto’da, elimin altında çikolatalar, fındık, fıstık, bademler, çeşit çeşit ezmeler, reçeller, şekerlemeler, dondurmalar…
Çikolatayı tadıyla, kokusuyla, sıcaklığıyla yaşadım…
Elimde, çikolatalarımı doldurduğum kutular,
İçimde bayılana kadar yediğim çikolatanın hafifliğiyle döndüm evime.

Küçük bir mola oldu…
Acıların arasında tat oldu…

Merdiven çıkarken durup soluklanmak gibi…
İki ders arasında çalan zil gibi…
Kapı önü sohbeti gibi…
Akşamüzeri bir kenara kıvrılıp on dakika kestirmek gibi…
Temmuz sıcağında yürürken bir ağaç gölgesinden geçmek gibi…

Hayatın kargaşasında kucağa alınan bebek gibi…
Hayatımın en yorucu zamanında kucağıma aldığım ilk bebeğim gibi…

Vel hasıl pek iyi geldi bana…

Yazmak, irdelemek, deşmek, sorgulamak demek ya her yaşadığını; acıyı, tatlıyı…
Tatlı yemekten içim fena olmuş, yine Pasto’dan aldığım mis gibi köy ekmeğinin arasına peyniri koyup yiyorken düşündüm de…

Dünya tatlısı da olsa tek başına gitmiyor.
Her şey zıddıyla var edilmiş, zıddıyla biliniyor kıymeti de derdi de…
Tek renk, tek çeşit, tek tat diye tutturanlara inat; acıyı, tatlıyı, ekşiyi, tuzluyu birlikte istiyor bünye:)
Birini ne kadar dayatırsan diğerine ihtiyaç o kadar artıyor.

Çikolata zihnimi açtığında düşündüm ben bunları, anlamayanlar için reçetem;
Üç saat aralıksız çikolata-tatlı yedikten sonra bir daha okuna yazım! :)

Sevgiler…
09.04.2008

NOT:
7 yıl önce bugün kucağıma aldığım sabah yıldızım...
Hayatımın en yorucu zamanında kucağıma alıp dinlendiğim bebeğim…
Seni bize nasib edene sonsuz şükürler !
Rabbim acını !
Bahtın açık olsun kuzucuğum…

4 Nisan 2008 Cuma

İşte Şimdi Bahar !



Acele etmiyorum bahar geldi diye coşmak için ben :)
Nisan ayıyla birlikte başlıyor benim baharım.
Mart dengemi bozuyor çünkü.
Kış mı bahar mı belli değil, ruh hali tutarsız.
Gün hala erken bitmektedir.
Sabah mutlu uyanırsın, öğleden sonra bir kasvet basar.

Kışın ardından Mart’ı da yolladım mı tamamdır!
Baharım geldi çok şükür :)
Nisan benim için güneşli açık günler, balkonda içilen ilk çay demek.
Kahvaltı sofrasında domates, simit demek…
Öğleden sonraları evimi kucaklayan gün ışığı demek.
Bütün işler bittikten sonra günü tüketmemiş olmak, keyifli bir fincan kahve, yanında da bazen komşu, bazen arkadaş, bazen bir film demek.

Nisan benim için balkonlardan uçuşan renk nevresimler, çarşaflar demek.
Başımı pencereden uzattığımda gördüğüm sarılı beyazlı papatyalar, her köşe başından kafasını uzatan yavru kediler demek…

Gökten inen yağmurun yerden havalanan çiçek kokularıyla buluşması demek Nisan…

Ama en çok…
Canım annemin ve güzel oğlumun dünyaya gelişleri demek:)
Benim anneliği ve annemi okumaya başlamam demek…

Nisanın ikinci günü anneciğim, dokuzuncu günü de büyük kuzucuğum yeni yaşlarına merhaba diyorlar.
Dilerim merhaba dedikleri yaş onlara hayır, huzur, bereket, sağlık, mutluluk getirir… Bir de, yüz güldüren, gönül şenlendiren sürprizler :) (?)

Annem; canım, her şeyim, beni herkeslerden çok seven, biriciğim…
Oğlum; ilk göz ağrım, kuzucuğum, herkeslerden çok sevdiğim…

Baharla geldiniz, ne iyi ettiniz de geldiniz, sefalar getirdiniz:)

Maskeli Balo


İnsanların içinde,
Hep mutlu görünmek istiyor insan.
Hep güçlü… Ayakta…
Hep sakin… Güler yüzlü…
Hep cesur…
Ağladığını gizliyor…
Sinirlendiğini…
En sevdikleri tarafından incitildiğini…
Gözyaşlarını silip yüzünü serinletiyor…

Sinirlendiğinde tırnaklarını avuçlarına, dişlerini birbirine geçiriyor, bağırıp çağıramıyor. Gülümseyerek “rica ederim, önemli değil, peki”lere devam ediyor.

Çocuğu şehrin en kalabalık alışveriş merkezinin en merkezi noktasında ter ter tepinirken omuzlarından tutup silkeleyemiyor da örtüp sesinin yüksek tonlarını “hadi annecim”lerle yürek tüketiyor…

Evde ölümüne inatlaştığı kocasının elini sokakta sımsıkı tutuyor kadın. En gülen fotoğrafları salonun en görünen yerinde çerçeveliyor.

Baş başayken söylense değeri dünyaları devirecek “hayatım, bitanem, güzelim”leri eşi dostu görünce lütfediyor adam…

Ve daha neler…

Kapalı kapılar ardında, bilinmeyen, duyulmayan, görülmeyen dertlerin varlığıyla avutuyor insan kendini.

Bildiğiyle avunuyor, yine de kendini gizliyor. Yazık size bakın bana! Der gibi dolaşıyor:) Kendi mutluluğuna diğerlerinin acısının çokluğunca değer biçiyor.

Evinin pis, dağınık halini kimse görsün istemez ya insan. Zil çalıverdi mi hiç olmadık bir zamanda, çarçabuk toparlayıverir ya üstünü başını ve de ortalığı… Öyle apar topar gizleyiveriyor insan en insani duygularını insandan…

Toparlanamayacak kadar kötüyse pusup kalıyor, açmıyor belki kapıyı!

Halbuki evleri temizlersin kirlenir, toplarsın dağılır! Bir kere de değil, sürer gider böyle.

Kapılarınız kapalıysa sıkı sıkı, kimseler görmez kirinizi pisinizi dert etmeyin!

Açık kapılardan dost da giriyor düşman da… İnsan giriyor kapıdan! Her halinizi herkes görüyor. Daha zayıf, daha aciz, daha yalın, daha insan kalıyor insan.

İnsan insandan insanlığını, yani aciz acizden acizliğini gizleyemez ki!

İnsan insanın aynasıyken, ben senden, sende olanı nasıl gizlerim? Ya da sen benden, bende olanı nereye saklarsın?!

Öyleyse neden bu maskeli balo?

Yaktım gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri